Değerli Hocam Prof. Dr. Tohit GÜNEŞ'ten Öğrenmenin Biyolojik Temellerini İçeren Makalesi
Prof. Dr. Tohit GÜNEŞ
Tüm canlıların temel ortak özelliklerinden biri olan adaptasyon (uyum),
ilk canlılardan beri meydana gelen öğrenmeler sonucu oluşan önemli bir özellik
olup bu öğrenmeler canlıların yaşam düzeneğine bağlı olarak gerçekleşmektedir.
Yani canlılar, kendi yaşam düzeneğinde hem hayatta kalmasını sağlayacak ve hem
de kendisine yaşadığı ortamda avantaj sağlayacak çevresel uyaranları dikkate
alarak yapılanmak zorundadır. Bu durum vahşi doğada da böyledir, bugün
ki modern sosyal toplumlarda da böyledir.
Doğada yaşayan bir canlı ortama uyum
sağlayamaz ise elenir, bir toplumda yaşayan bir insan yaşadığı topluma uyum
sağlayamaz ise elenir (dışlanır), aynı şekilde bir şirket değişen ekonomik
koşullara uyum sağlayamaz ise elenir (iflas eder) . İnsanlar da birey olarak canlılık özelliklerini ve
toplumsal olarak da sosyal özelliklerini korumak ve yaşamını devam ettirebilmek
için uyum sağlamak zorundadır. Öyleyse sürekli öğrenmek durumundadır. Çünkü
çevresel faktörler yani çevresel uyaranlar sürekli değişmektedir. Tüm canlılar
yaşamak için uyum sağlamak ve bunun için de öğrenmek zorunda olduğuna göre en
gelişmiş beyine sahip olan insanlar da en kolay ve en çok öğrenebilen canlılar
olmalıdır. Nitekim günümüzde insanlar arasında öğrenme ve öğrendiği bilgileri
kullanabilmesini sağlayan bir eğitme yarışı vardır.
İnsan beyni birbiriyle koordineli çalışan ve nöron olarak adlandırılan
milyarlarca hücreden oluşmuştur. Bu hücrelerin her biri diğeriyle uyum içinde
çalışmak durumundadır. Eğer
bu hücreler arasında uyumsuzluk meydana gelirse tüm sistem çökmektedir.
Beynimizdeki hücreler ve bunlar arasındaki bağlantıları dikkate
alırsak yaklaşık 2,5-3 bin EXABAYTE
yani 2.5-3 milyon GİGABAYTE karşılık
gelen bir hafızaya sahibiz demektir. Bu da 300
yıldan fazla sürebilecek bir HD filmi kaydetmek için yeterli bir hafızaya sahip
olabileceğimizi göstermektedir. Bu biyolojik bilgileri dikkate aldığımızda
öğrenmenin hem biyolojik olduğu hem de neredeyse sınırsız olabileceğini düşünmek
yanlış olmaz.
İnsanın öğrenmesinin
biyolojik tarafını açıklarken gelişme, olgunlaşma ve öğrenme gibi bazı
tanımların biyolojik açıdan nasıl olduğunu anlamak gerekir.
İNSANDA
BİYOLOJİK GELİŞME:
Döllenmiş olan yumurta hücresi (zigot)’nden itibaren bireylerin ölümüne kadar
süren yaşam sürecinde meydana gelen düzenli ve sürekli değişikliklerdir.
Bedensel ve zihinsel gelişmenin en hızlı olduğu dönem yaşamın ilk yıllarıdır.
Daha sonra bu gelişme devam etmekle birlikte hızında bir düşme gözlenir. Dolayısıyla
en etkili öğrenmeler özellikle çocukluk yaşlarında gerçekleşir. Bu nedenle
insan yaşamında olayların temelini çözmek için psikolojik araştırmalarda hep
çocukluk yıllarına inilmeye çalışılır.
BİYOLOJİK OLGUNLAŞMA:
Büyüme sürecinde genel olarak kişinin genetik özelliklerine ve öğrenmelerine
bağlı olarak biyolojik yapısında işlevsel açıdan meydana gelen gözlenebilir
değişikliklerdir. Yani kendinden beklenen işlevleri yerine getirebilecek
fizyolojik güce ulaşmasıdır. Biyolojik olgunlaşma, hazır olma kavramı için
önkoşul niteliğindedir. Buna belkide Biyolojik hazırbulunuşluk demek daha doğru
olacaktır. Örneğin, çocuklar doğduğunda kıkırdak yapısında olan iskeletleri
kemikleşip, omurgaları olgunlaştığı zaman kendi başına oturabilir, emekler ve
yürürler. Ayrıca kas gelişimini tamamlamamış bir çocuk kalem veya kaşık
kullanamaz. Çocuk bu olgunluğa ulaşmadan oturtmaya veya diğer fiziksel
becerileri yaptırmaya çalışmak çocuğun bedensel ve zihinsel gelişimini bozar.
Yani İnsan Anatomik ve fizyolojik olarak
bir işi yapabilecek hale geldiğinde olgunlaşma gerçekleşmiştir. İnsanın
olgunlaşma sürecinde çevresiyle etkileşerek yaptığı tekrarlar veya yaşantı
sonucu davranışlarında oluşan kalıcı değişiklere ise Öğrenme denir. Öğrenme
sonucunda bireyde bilgi, duygu ve davranış değişiklikleri olur. Öğrenmenin, insanın biyolojik yapısı ile
ilgili olduğu ve bu çerçevede açıklanması gerektiği konusundaki nörofizyolojik
çalışmalar güncelliğini sürdürmektedir. Eğer insan doğduğu andan itibaren
karmaşık bir davranış gösterirse bu davranışa öğrenilmiş davranış demek mümkün
değildir. O zaman bu davranış organizmanın önceden bildiği, kalıtsal olarak
aktarılmış ve içgüdüsel olarak yaptığı davranışlardır.(bu bilgi acaba RNA
tarafından sentezlenen ve yavruya aktarılan proteinler midir?).
Öğrenmede
etkili birçok faktör vardır. Ancak biz öğrenenle ilgili etkenlerin üzerinde
durmaya çalışacağız ki öğrenenle ilgili etkenlerin başında da türe özgü
davranışlar ve olgunlaşma ile öğrenmeye biyolojik olarak hazır oluşu yani biyolojik hazırbulunuşluk gelmektedir.
Piaget’nin bilme, anlama, yorumlama ve öğrenme eylemlerini gerçekleştirmeyi
sağlayan zihinsel etkinliklerle ilgili teorisinin temeli de buna dayanmaktadır.
Piage, bilişsel gelişimi insanın doğumundan başlayarak algılama, yorumlama ve
öğrenme biçiminde hem nitelik hem de içerik açısından giderek olgunlaştığı bir
süreç olarak tanımlamıştır. Piaget’e göre insan biyolojik evrelerine göre
farklı yaş grupları içine alınmış ve öğrenmelerin buna göre gerçekleştiği ifade
edilmiştir ki bu da doğru bir yaklaşımdır. Çünkü bu tüm evreler biyolojik
olarak yeterli gelişmeyle ilgilidir. Piaget’nin İnsanın zihinsel gelişimini işaret ettiği bu evrelerdeki zihinsel
yapılanma tanımları fazla kabul görmemektedir. Çünkü günümüzde uyaranların
artışı ile birlikte birçok kompleks davranışlar daha erken dönemlerde
gerçekleşebilmektedir.
Günümüzde
Neurocognitive science olarak adlandırılan araştırmalarla öğrenmenin biyolojisi
açıklanmaya çalışılmaktadır. Nörofizyolojik araştırmalarda da öğrenmenin
biyokimyasal bir değişim sonucu olduğu ileri sürülmüştür. Yani bilginin maddeye
dönüştüğünü ve bu maddenin kuşaktan kuşağa aktarılabileceği görüşünü
desteklemektedir.
İnsanlar da diğer
canlılar gibi çevresinden gelen Işık (görme), ses (işitme), kimyasal olarak
madde molekülleri (koku ve tat) ve basınç (dokunma, sıcak-soğuk) gibi 4 farklı
uyarana göre öğrenmektedir. Bu çevresel uyaranlara duyu, duyuları alan
organlarımıza da duyu organı diyoruz ki bu duyuları alan göz, kulak, burun ve
ağız gibi organların neredeyse tamamı vücudumuzda beynimize en yakın pozisyonda
yerleşmişlerdir. Bu yerleşmedeki amaç gelen uyaranları mümkün olduğu kadar
hızlı ve birlikte değerlendirmektir. Bu uyaranlardan ne kadar fazla duyu organı
uyarılırsa öğrenme o kadar fazla ve kalıcı olmakta ve aynı zamanda öğrenmeye
karşı istek artmaktadır. Örneğin; herhangi bir kişiye ani olarak simit yemek
ister misiniz diye sorarsanız belki de hayır diyecektir. Çünkü uyaran olarak
sadece sesi algılamaktadır. Hâlbuki aynı kişiye, şu anda fırından yeni çıkmış
sıcacık, mis gibi kokan, nar gibi kızarmış çıtır çıtır bir simit olsa yer misin
diye sorarsanız tok bile olsa yeme isteği oluşacaktır. Çünkü, fırından yeni
çıkmış sıcacık kelimeleri sıcaklık duygusunu, mis gibi kokan terimi koku
duygusunu, nar gibi kızarmış tanımı görme duyusunu ve çıtır çıtır ise ses
duyusunu uyarmaktadır. Yani insan öğrenme sırasında ne kadar çeşitli uyaran ile
uyarılırsa o kadar kolay ve kalıcı öğrenmeler gerçekleşmektedir.
Burada sözünü ettiğim kalıcı öğrenmenin önemi yaşamımızda en önemli yere
sahiptir. Çünkü beynimiz gelen bu
uyaranlara göre yaşamımız için hayati önem taşıyan ve yaşam düzeneğimizde bize
avantaj sağlayan bilgileri protein olarak sentezlemekte ve depolamaktadır.
Yani bilgi protein olarak sentezlenmektedir. Eğer edindiğimiz bilgi ezbere ise
beynimiz bu bilgiyi ne zamana kadar lazımsa o zamana kadar kısa süreli hafızada
tutuyor ve o bilgileri daha sonra unutuyor ki ezbere bilgilerin hepsi böyledir.
Çağdaş eğitim sistemlerinde ezberlemek yerine kalıcı öğrenmeyi sağlamak
için farklı adlarla bir çok öğretim yöntemi (beyin temelli öğrenme, yaşam
temelli öğrenme, bağlam temelli öğrenme, aktif öğrenme v.b.) geliştirilmiştir. Bu
öğretim stratejilerinde aslında öğrenen bireyin yaşamı dikkate alınmak
zorundadır. İnsanlar diğer canlılar gibi
yaşantılarında önemli olan bilgileri zaten kendileri alma eğilimindedirler.
Kendi yaşamında kullanacağını düşündüğü bilgileri hem kolay almakta hem de
yaşantısında sık sık kullandığı için bir alışkanlık ve refleks haline dönüşmektedir.
Bu bilgiler protein olarak sentezlendiği için aynı zamanda o insanın kalıtsal
zekasını oluşturmaktadır. Son yıllarda eğitimde önemli yer tutan çoklu zeka
kuramının temelinde de bu yatmaktadır. İnsanların sahip oldukları 8 farklı zeka
türlerinin hepsi farklı oranlarda olmakla birlikte bu 8 zeka türü herkeste
bulunmaktadır. Ancak bu zeka türlerinin
oranları o insanların anne ve babalarının öğrenmelerine bağlıdır. İnsanlar
kalıcı olarak öğrendikleri ve kullandıkları bilgileri protein olarak
sentezlediği için çocuklarına aktarabilmekte ve çocuklarının zeka türleri
üzerinde etkili olabilmektedir. Bu nedenle halk arasında armut dibine
düşer, Anasına bak kızını al, Babasının oğlu, onun anne babası ne ki oda bir
şey olsun gibi deyimler kullanılır. Hatta çevremizde belli mesleklere sahip insanların
çocuklarının o mesleklerde başarılı olması nedeniyle onun babası da öyleydi
gibi hazır cevaplar verilir. Veya eleman arayan firmalar alanında deneyimli
olan kişileri ve aile mesleklerini dikkate almaya çalışırlar. Bu gerçeğe rağmen
bazen aileler kendilerinde hiç bulunmayan bazı özelliklerin çocuklarında olması
için büyük çaba sarf ederler fakat başarılı olma şansları çok düşüktür.
İnsanlar
kendilerinde hiç bulunmayan bir bilgiyi çocuklarında büyük başarılar şeklinde
beklememelidirler. Çünkü kendileri protein olarak kaydetmemiş ise çocuğa
aktarılmamış ve çocuk bu bilgileri doğduktan sonra tamamen kendisi öğrenmek
zorundadır. Bu mümkün olmakla birlikte son derece zor olduğu için herkesten
fazla çalışma gerektirir.
1960 lı yıllarda
farmakolog olan Prof. georges ungar,
Fanus içerisine kapattığı beyaz fareleri belirli aralıklarla bir gongla
rahatsız etmekteydi. Fareler haftalarca devam eden bu gong sesine belirli bir
süre sonra alışmaya başlamıştır. Bu şekilde alıştırılmış yüzlerce farenin
beyninde alışmayı sağlayan maddenin birikip birikmediği araştırılmış ve
farelerde alışma ve öğrenmenin RNA
birikimi şeklinde olduğu saptanmıştır. Daha
önce başka hayvanlarla yapılan çalışmalarda da bilginin protein olarak
sentezlendiğini gösteren önemli ipuçları elde edilmiştir. Örneğin, labirentte
peyniri bulabilecek şekilde eğitilmiş farelerin protein sentezinde kullanılan
RNA (Ribo Nükleik Asit) ları yeniden üreyen ve o labirentte hiç bulunmamış
farelere yedirildiğinde bu farelerin de peyniri bulabildiği saptanmıştır ki bu
bilginin RNA ile kodlandığı ve bu koda göre sentezlenen proteinler şeklinde
sentezlenebileceğini gösteren kanıtlardan biri olarak ele alınmaktadır. Buna
göre aslında bir türün belleğini DNA ve DNA’ nın oluşmasını da RNA
sağlamaktadır. james mcconnell, yassı
solucanlarla (özellikle Planaria) yaptığı deneylerde solucanlara bir
ışık uyarısı vermiş ve arkasından, yassı
solucanın vücuduna zayıf elektrik şoku vermiştir. Belirli sürelerle (bir iki
dakikada bir) tekrarlanan bu denemenin sonucunda (bir iki hafta sonra), yassı
solucan ışığın yandığını görünce büzülmeye başlamış, yani ışıktan sonra
elektrik sokunun geleceğini öğrenmiştir. Eğitilen bu yassı solucanları
öldürerek, etlerini eğitilmemiş solucanlara yediren mcconnell, eğitilmemiş solucanların, da eğitilmişler gibi
davrandığını gözlemiştir. Bu deneyde solucanın baş kısmı veya kuyruk kısmı
yedirilen her yeni bireyin bu bilgiyi hatırladığı gözlenmiştir. Dolayısıyla
sentezlenen proteinin sadece beyinde değil tüm hücrelerde sentezlendiğini ve
bunun sperm hücrelerinde veya yumurta hücrelerinde de sentezlendiği için
kalıtsal olarak aktarılabileceğini göstermektedir. Yine birçok hayvanın
doğuştan sahip olduğu ve içgüdü olarak tanımladığımız bilgileri anne ve
babasından almış olması gibi gerçekler bilginin biyolojik olarak
gerçekleştiğini gösteren basit örneklerdir.
Çok fazla ayrıntıya
girmeden beynin biyolojik yapısına kısaca değinirsek öğrenmenin biyolojik
olarak nasıl gerçekleştiği daha iyi anlaşılacaktır. Yukarıda da belirtildiği
gibi beyin yaklaşık olarak 1500 gr ağırlığında ama milyarlarca (yaklaşık 100
milyar) nöron dediğimiz hücrenin bir arada bulunduğu bir organımızdır. Milyarlarca
hücrenin kafatasının içine sığabilmesi için katlanmalar (girus) ve yarıklar
(sulkus) oluşmuş ve bunlar doğumdan sonra öğrenmelere bağlı olarak açılmakta ve
beyinin hacmi artmaktadır. Doğuştan itibaren ne kadar çok öğrenirsek
beynimizdeki yarıklar o kadar fazla açılmakta ve kalıtsal olarak sahip
olduğumuz zeka potansiyelimizi ortaya çıkarmaktadır. Eğitim sırasında
gerçekleşen öğrenmeler sırasında nöron dediğimiz hücreler arasında bağlantılar
oluşmakta ve buda özellikle küçük yaşlarda var olan zeka potansiyelimizi
geliştirmektedir. Her bireyin doğuştan var olan zeka potansiyeli doğumundan
itibaren çevresinden almış olduğu uyartılara ve eğitime bağlı olarak
farklılaşmaktadır. Beyin hücreleri arasındaki bağlantıları gelişmemiş insanlar,
beyinlerine ne kadar bilgi yığmış olurlarsa olsunlar alternatif düşünme ve akıl
yürütme becerileri gelişmemekte, bu yüzden de eğitilmiş sayılmamaktadırlar.
Beyinin Anatomik Yapısı
Normalde şekilde
farklı renklerde görüldüğü gibi 5 ayrı bölgeye ayırabileceğimiz beyin fonksiyonların
anlaşılması için genellikle Ön beyin, Orta beyin ve Arka beyin şeklinde 3 e
ayrılarak incelenir.
Ön beyin, Serebrum (serebral yarım küreler, serebral korteks,
bazal çekirdekler),
Talamus, hipotalamus, epitalamus
bölgelerini içerir.
Orta beyin, beyin kökünün bir kısmını içerir
Arka beyin, Pons (beyin kökünün bir kısmı) ve Medulla oblongata
(beyin kökünün bir kısmı) denen kısımları içerir
Beynin uyartıların alınmasından, duygulardan, davranışlardan, hafızadan , koku ve tat duyusundan
sorumlu olan sisteminin tümüne birden limbik
sistem denir. Limbik sistemde hipokampus, amigdala, ön talamik çekirdekler
(bazal çekirdek), Talamus, hipotalamus,
epitalamus, Korteks ve forniks bulunur.
Bu yapılardan latince
badem anlamına gelen ve badem büyüklüğünde bir yapı olan Amigdala’nın
görevi duygusal tepkileri
kaydetmek, işlemek ve gerektiğinde hatırlamaktır. Korku ve cesaret gibi
özelliklerde amigdala ile kontrol edilir
Hipokampus ise kısa süreli hafızadaki bilgilerin
kalıcı uzun süreli hafızaya aktarma ve üç boyutlu değerlendirme ile yön bulmayı
sağlar.
ÖN BEYİN:3 Bölgeye ayırdığımız beyin
yapıları genel olarak değerlendirildiğinde ön beyin düşünme ve bilinçli
yaşamanın en önemli merkezidir. Alınan 5 duyunun aktarıldığı merkez olan ön
beyin öğrenme, zeka, bilinç, hafıza, konuşma ve öğrenilmiş davranışları kontrol
eder. Alınan uyartıları değerlendirir ve en doğru şekilde mantıklı tepki
oluşturmamızı sağlar. Ön beyin bölgesine dahil ettiğimiz serebrum; ön beyinin çıkıntısı gibidir ve koku almayı destekler,
işitme ve görme merkezlerini içerir. Sağ ve sol serebral yarı kürelere ayrılır
ki bunların üzeri de serebral korteks dediğimiz yapı ile örtülüdür. Talamus; Gelen uyartıların
ayrıştırılmasını sağlar, kızma, üzülme, sevinç gibi duyguları düzenler. Hipotalamus ise vücut sıcaklığı, açlık,
susuzluk ve uyku gibi olayları düzenler. Hipotalamusun çekirdekleri seksüel
davranışları, zevk almayı, döğüşmeyi veya kaçmayı kontrol eder. Bu bölgeye
bağlı Hipofiz bezi de buna bağlı olarak vücutta çok önemli fonksiyonları olan
hormonların sentezlenmesini sağlar. Tüm bu hormonlar aynı zamanda günlük ve
mevsimlik ritmimizi sağlar.
ORTA BEYİN: Ön beyin ile arka beyin arasında
bağlantı sağlayan orta beyin, farklı tipte duyuların alındığı ve
bütünleştirildiği merkezleri içerir. Görme, işitme lobları bulunur ve bu
uyartılara bağlı olarak duygu ve tepki oluşmasında görev yapar. Alınan duyu
(uyartı) bilgisini ön beyindeki değerlendirme merkezlerine iletir ve bilinçli
(mantıklı) tepki vermemizi sağlar. Bazen de bu iletim gerçekleştiremez ve
duygusal tepki verilir veya verilen tepkinin bilincinde olmayız. Örneğin, ders
dinlerken veya bir toplantı anında konuşmaları ses duyusu olarak aldığımız
halde o uyartıyı ön beyin bölgesine iletmediğimiz için değerlendiremeyiz ve bir
süre sonra uyuklama başlar. Orta beyinde bulunan Retiküler Aktive edici Sistem (RAS) uyku ve uyanıklığı düzenleyen sistem olup tam bir duyu süzgeci
gibi görev yapar.
ARKA BEYİN: Beyindeki sinir hücreleri (nöron) nin
düzenlendiği ve vücudun uygun tepki vermesi için dallanmalar gösterdiği
kısımdır. Beyinin sağ tarafından gelen sinir demetleri sola, soldan gelen sinir
demetleri ise sağa yönlendirilir. Vücudun denge ve kas faaliyetleri, dolaşım,
boşaltım, solunum, emme, yutma, kusma gibi olayları yönetir.
Beyin bölgeleri dikkate alındığında öğrenmenin nasıl
gerçekleştiği ve davranışa nasıl yansıdığını anlamak daha kolay olacaktır.
Herhangi bir birey çevreden aldığı ses, koku, sıcak, soğuk, basınç, ışık gibi
uyartıları ya duyusal alanda bırakır (ki bu durumda duygusal tepkiler oluşur)
veya ön beyindeki ilgili bölgeye gönderilerek oradaki öğrenilmiş bilgiler ile
değerlendirilip davranışa dönüştürülür (ki o zaman da mantıklı tepkiler
oluşur). Bu biyolojik özelliği günlük yaşantımızda bazen kullanıyoruz. Örneğin,
“önce düşün sonra konuş” (yani uyartıyı önce beyinin ön bölgesine gönder
oradaki bilgilerle değerlendir ve ona göre tepki ver. Eğer ön beyin bölgesine
ilgili bilgiye başvurmadan tepki verirsek duygusal tepki veririz ve bu
genellikle hatalı olur. Benzer şekilde kullandığımız “2 dakikalık zevk için
hayatını mahvetme” öğüdünde hemen duygularınla hareket etme önce ön beyinde
kaydedilmiş bilgilere başvur onlara göre değerlendir demek istenir. Ancak bilinçli
davranış için hep önceden öğrendiğimiz ve beyinin ön bölgesindeki hafızada
kaydettiğimiz bilgilere başvurmak hem zaman alıcı hem de sürekli enerji
harcamamızı gerektirdiği için bunu sürekli yapmayız ve duygusal tepkiler
veririz ki bunu bazen yapmamız son drece normaldir.
Sinir hücrelerimizde uyartıların iletilmesi elektriksel bir
olay olduğu için dijital veriler şeklinde okunabilecek özelliktedir. Yani
çalışmaların da başladığı gibi yakın zamanda beynimizdekileri kaydettiğimiz USB
(flaş bellek) cihazları üretilecektir. Ancak bilgi aktarılsa bile bilginin
kullanılması bireyin kendi yaşam düzeneğindeki algılamalarına ve biyolojik
hazırbulunuşluğuna bağlı olacaktır. İyi öğretmek için öğrenme ortamında canlıyı
biyolojik olarak etkileyen ışık, ses, koku ve dokunma gibi uyaranların
hepsini göndermeliyiz.
Basit bir görüşmeye
gittiğimizde veya biriyle tanışacağımız zaman iyi giyinerek ışık duyusunu, koku
sürerek kimyasal duyusunu, ses tonumuzu ayarlamaya çalışarak ses duyusunu ve
tokalaşarak dokunma duyusunu uyarurız ve karşıdakinde daha kalıcı izler
bırakırız. Her türlü öğrenme de benzer şekilde gelişir ve kalıcı izler (bilgi)
protein olarak sentezlenir.Yani günlük yaşamdaki her türlü çevresel uyartı
biyoloji farklılaşmaya ve ona bağlı olarak davranışa dönüşür.
Kaynaklar:
-Hobson, J.A. (1990). Sleep and dreaming. Journal of Neuroscience, (10),
371-382.
-Anch, M.A.,
Browman, P.C., Mitler, M.M., & Walsh, K.J. (1988). Sleep. A scientific
perspective. New Jersey: Prentice Hall, Engelwood Cliffs.
- Hennevin, E., Hars,
B., Maho, C., & Bloch, V. (1995). Processing, of learned information
paradoxical sleep: Relevance for memory. Behavioral Brain Research, (69),
125-135.
- Drucker-Colin, R.
(1995). The function of sleep is to regulate brain excitability in order the requirements
imposed by waking. Behavioral Brain Research,69, 117-124
- Datto, L. (1996).
Sleep stages, memory and learning. Canadian Medical Association Journal. 154(8),
1193-1196
- Gardner-Medwin,
A.R., & Kaul, S. (1995). Possible mechanism for reducing memory confusion
during sleep. Behavioral Brain Research, (69),167-175
-AYDIN, Betül (2003). “Gelişim Ve Öğrenme
Psikolojisi”,Pegem Yayıncılık, Ankara.
- SELÇUK,
Ziya (2001). “Gelişim Ve Öğrenme”, Nobel Yayınları, 8.Baskı, Ankara.
-ULUSOY Ayten ve Diğerleri (2003). “Gelişim
Ve öğrenme”, Anı Yayınları, 2.Baskı, Ankara
-Caine,
R.N., & Caine, G:, (October, 1990). Understanding a Brain-Based Approach to
Learning and Teaching, Educational
Leadership, 48 (2), p 66,.
Chudler, E.H., Brain Plasticity: What is
it? Learning and Memory, http://www.faculty.washington.edu/chudler/plast.html,
İnternetten alınış tarihi:07.01.2005
-Demirsoy, A., (1997). Yaşamın Temel
Kuralları (Genel Biyoloji/Genel Zooloji),
Meteksan A.Ş., Cilt 1, Kısım II, 8.
Baskı, Ankara
-Foster-Deffenbaugh, L. A., (November,
1996). Brain Research and its Implications for
Educational Practice,
A Dissertation, Brigham Young University, Hawaii
-Ozansoy, Ü., (2004). Öğrenmenin
Biyolojik Temelleri, IV. Uluslararası Eğitim
Teknolojileri Sempozyumu, 24-26 Kasım,
Sakarya, Türkiye, Bildiriler Vol:II.
-Thomas, P. B., (2001). The Implication
of Brain Research in Preparing Young Children to Enter School Ready to Learn,
The Florida Agricultural and Mechanical University,College of Education, Doctor
of Philosophy, Florida, USA.
-Uluorta, N., & Atabek, E., (Ekim,
2003). Beyin Eğitimi ve Fen Bilgisi Laboratuar
Öğretimindeki Yeri, Sakarya
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Sayı: 6, sf. 295-304.
-Weiss, R. P.,( July, 2000) The Wave of
the Brain, Training & Development, 21-24.
-Wolfe, P., (2001). Brain Matters:
Translating Research into Classroom Practice, 9th
chapter (Using the Visual and Auditory
Senses to Enhange Learning ), ASCD
(Association for Supervision &
Curriculum Development), USA, p151-191
Not: Bu makale,
Editörü olduğum “Kurumsal Eğitim Dergisi”nde 2018’de Yayımlanmıştır.
Yorum Yap