Blogger tarafından desteklenmektedir.

Değerli Hocam Prof. Dr. Tohit GÜNEŞ'ten Öğrenmenin Biyolojik Temellerini İçeren Makalesi


 

Prof. Dr. Tohit GÜNEŞ

Tüm canlıların temel ortak özelliklerinden biri olan adaptasyon (uyum), ilk canlılardan beri meydana gelen öğrenmeler sonucu oluşan önemli bir özellik olup bu öğrenmeler canlıların yaşam düzeneğine bağlı olarak gerçekleşmektedir. Yani canlılar, kendi yaşam düzeneğinde hem hayatta kalmasını sağlayacak ve hem de kendisine yaşadığı ortamda avantaj sağlayacak çevresel uyaranları dikkate alarak yapılanmak zorundadır. Bu durum vahşi doğada da böyledir, bugün ki modern sosyal toplumlarda da böyledir.  

Doğada yaşayan bir canlı ortama uyum sağlayamaz ise elenir, bir toplumda yaşayan bir insan yaşadığı topluma uyum sağlayamaz ise elenir (dışlanır), aynı şekilde bir şirket değişen ekonomik koşullara uyum sağlayamaz ise elenir (iflas eder) . İnsanlar da birey olarak canlılık özelliklerini ve toplumsal olarak da sosyal özelliklerini korumak ve yaşamını devam ettirebilmek için uyum sağlamak zorundadır. Öyleyse sürekli öğrenmek durumundadır. Çünkü çevresel faktörler yani çevresel uyaranlar sürekli değişmektedir. Tüm canlılar yaşamak için uyum sağlamak ve bunun için de öğrenmek zorunda olduğuna göre en gelişmiş beyine sahip olan insanlar da en kolay ve en çok öğrenebilen canlılar olmalıdır. Nitekim günümüzde insanlar arasında öğrenme ve öğrendiği bilgileri kullanabilmesini sağlayan bir eğitme yarışı vardır.

İnsan beyni birbiriyle koordineli çalışan ve nöron olarak adlandırılan milyarlarca hücreden oluşmuştur. Bu hücrelerin her biri diğeriyle uyum içinde çalışmak durumundadır.  Eğer bu hücreler arasında uyumsuzluk meydana gelirse tüm sistem çökmektedir. Beynimizdeki hücreler ve bunlar arasındaki bağlantıları dikkate alırsak yaklaşık 2,5-3 bin EXABAYTE yani 2.5-3 milyon GİGABAYTE karşılık gelen bir hafızaya sahibiz demektir. Bu da  300 yıldan fazla sürebilecek bir HD filmi kaydetmek için yeterli bir hafızaya sahip olabileceğimizi göstermektedir. Bu biyolojik bilgileri dikkate aldığımızda öğrenmenin hem biyolojik olduğu hem de neredeyse sınırsız olabileceğini düşünmek yanlış olmaz.

İnsanın öğrenmesinin biyolojik tarafını açıklarken gelişme, olgunlaşma ve öğrenme gibi bazı tanımların biyolojik açıdan nasıl olduğunu anlamak gerekir.

İNSANDA BİYOLOJİK GELİŞME: Döllenmiş olan yumurta hücresi (zigot)’nden itibaren bireylerin ölümüne kadar süren yaşam sürecinde meydana gelen düzenli ve sürekli değişikliklerdir. Bedensel ve zihinsel gelişmenin en hızlı olduğu dönem yaşamın ilk yıllarıdır. Daha sonra bu gelişme devam etmekle birlikte hızında bir düşme gözlenir. Dolayısıyla en etkili öğrenmeler özellikle çocukluk yaşlarında gerçekleşir. Bu nedenle insan yaşamında olayların temelini çözmek için psikolojik araştırmalarda hep çocukluk yıllarına inilmeye çalışılır.

BİYOLOJİK OLGUNLAŞMA: Büyüme sürecinde genel olarak kişinin genetik özelliklerine ve öğrenmelerine bağlı olarak biyolojik yapısında işlevsel açıdan meydana gelen gözlenebilir değişikliklerdir. Yani kendinden beklenen işlevleri yerine getirebilecek fizyolojik güce ulaşmasıdır. Biyolojik olgunlaşma, hazır olma kavramı için önkoşul niteliğindedir. Buna belkide Biyolojik hazırbulunuşluk demek daha doğru olacaktır. Örneğin, çocuklar doğduğunda kıkırdak yapısında olan iskeletleri kemikleşip, omurgaları olgunlaştığı zaman kendi başına oturabilir, emekler ve yürürler. Ayrıca kas gelişimini tamamlamamış bir çocuk kalem veya kaşık kullanamaz. Çocuk bu olgunluğa ulaşmadan oturtmaya veya diğer fiziksel becerileri yaptırmaya çalışmak çocuğun bedensel ve zihinsel gelişimini bozar. Yani İnsan  Anatomik ve fizyolojik olarak bir işi yapabilecek hale geldiğinde olgunlaşma gerçekleşmiştir. İnsanın olgunlaşma sürecinde çevresiyle etkileşerek yaptığı tekrarlar veya yaşantı sonucu davranışlarında oluşan kalıcı değişiklere ise Öğrenme denir.  Öğrenme sonucunda bireyde bilgi, duygu ve davranış değişiklikleri olur.  Öğrenmenin, insanın biyolojik yapısı ile ilgili olduğu ve bu çerçevede açıklanması gerektiği konusundaki nörofizyolojik çalışmalar güncelliğini sürdürmektedir. Eğer insan doğduğu andan itibaren karmaşık bir davranış gösterirse bu davranışa öğrenilmiş davranış demek mümkün değildir. O zaman bu davranış organizmanın önceden bildiği, kalıtsal olarak aktarılmış ve içgüdüsel olarak yaptığı davranışlardır.(bu bilgi acaba RNA tarafından sentezlenen ve yavruya aktarılan proteinler midir?).

Öğrenmede etkili birçok faktör vardır. Ancak biz öğrenenle ilgili etkenlerin üzerinde durmaya çalışacağız ki öğrenenle ilgili etkenlerin başında da türe özgü davranışlar ve olgunlaşma ile öğrenmeye biyolojik olarak hazır oluşu yani biyolojik hazırbulunuşluk gelmektedir. Piaget’nin bilme, anlama, yorumlama ve öğrenme eylemlerini gerçekleştirmeyi sağlayan zihinsel etkinliklerle ilgili teorisinin temeli de buna dayanmaktadır. Piage, bilişsel gelişimi insanın doğumundan başlayarak algılama, yorumlama ve öğrenme biçiminde hem nitelik hem de içerik açısından giderek olgunlaştığı bir süreç olarak tanımlamıştır. Piaget’e göre insan biyolojik evrelerine göre farklı yaş grupları içine alınmış ve öğrenmelerin buna göre gerçekleştiği ifade edilmiştir ki bu da doğru bir yaklaşımdır. Çünkü bu tüm evreler biyolojik olarak yeterli gelişmeyle ilgilidir. Piaget’nin İnsanın zihinsel gelişimini işaret ettiği bu evrelerdeki zihinsel yapılanma tanımları fazla kabul görmemektedir. Çünkü günümüzde uyaranların artışı ile birlikte birçok kompleks davranışlar daha erken dönemlerde gerçekleşebilmektedir.

Günümüzde Neurocognitive science olarak adlandırılan araştırmalarla öğrenmenin biyolojisi açıklanmaya çalışılmaktadır. Nörofizyolojik araştırmalarda da öğrenmenin biyokimyasal bir değişim sonucu olduğu ileri sürülmüştür. Yani bilginin maddeye dönüştüğünü ve bu maddenin kuşaktan kuşağa aktarılabileceği görüşünü desteklemektedir.

İnsanlar da diğer canlılar gibi çevresinden gelen Işık (görme), ses (işitme), kimyasal olarak madde molekülleri (koku ve tat) ve basınç (dokunma, sıcak-soğuk) gibi 4 farklı uyarana göre öğrenmektedir. Bu çevresel uyaranlara duyu, duyuları alan organlarımıza da duyu organı diyoruz ki bu duyuları alan göz, kulak, burun ve ağız gibi organların neredeyse tamamı vücudumuzda beynimize en yakın pozisyonda yerleşmişlerdir. Bu yerleşmedeki amaç gelen uyaranları mümkün olduğu kadar hızlı ve birlikte değerlendirmektir. Bu uyaranlardan ne kadar fazla duyu organı uyarılırsa öğrenme o kadar fazla ve kalıcı olmakta ve aynı zamanda öğrenmeye karşı istek artmaktadır. Örneğin; herhangi bir kişiye ani olarak simit yemek ister misiniz diye sorarsanız belki de hayır diyecektir. Çünkü uyaran olarak sadece sesi algılamaktadır. Hâlbuki aynı kişiye, şu anda fırından yeni çıkmış sıcacık, mis gibi kokan, nar gibi kızarmış çıtır çıtır bir simit olsa yer misin diye sorarsanız tok bile olsa yeme isteği oluşacaktır. Çünkü, fırından yeni çıkmış sıcacık kelimeleri sıcaklık duygusunu, mis gibi kokan terimi koku duygusunu, nar gibi kızarmış tanımı görme duyusunu ve çıtır çıtır ise ses duyusunu uyarmaktadır. Yani insan öğrenme sırasında ne kadar çeşitli uyaran ile uyarılırsa o kadar kolay ve kalıcı öğrenmeler gerçekleşmektedir.

Burada sözünü ettiğim kalıcı öğrenmenin önemi yaşamımızda en önemli yere sahiptir. Çünkü beynimiz gelen bu uyaranlara göre yaşamımız için hayati önem taşıyan ve yaşam düzeneğimizde bize avantaj sağlayan bilgileri protein olarak sentezlemekte ve depolamaktadır. Yani bilgi protein olarak sentezlenmektedir. Eğer edindiğimiz bilgi ezbere ise beynimiz bu bilgiyi ne zamana kadar lazımsa o zamana kadar kısa süreli hafızada tutuyor ve o bilgileri daha sonra unutuyor ki ezbere bilgilerin hepsi böyledir.

Çağdaş eğitim sistemlerinde ezberlemek yerine kalıcı öğrenmeyi sağlamak için farklı adlarla bir çok öğretim yöntemi (beyin temelli öğrenme, yaşam temelli öğrenme, bağlam temelli öğrenme, aktif öğrenme v.b.) geliştirilmiştir. Bu öğretim stratejilerinde aslında öğrenen bireyin yaşamı dikkate alınmak zorundadır. İnsanlar diğer canlılar gibi yaşantılarında önemli olan bilgileri zaten kendileri alma eğilimindedirler. Kendi yaşamında kullanacağını düşündüğü bilgileri hem kolay almakta hem de yaşantısında sık sık kullandığı için bir alışkanlık ve refleks haline dönüşmektedir. Bu bilgiler protein olarak sentezlendiği için aynı zamanda o insanın kalıtsal zekasını oluşturmaktadır. Son yıllarda eğitimde önemli yer tutan çoklu zeka kuramının temelinde de bu yatmaktadır. İnsanların sahip oldukları 8 farklı zeka türlerinin hepsi farklı oranlarda olmakla birlikte bu 8 zeka türü herkeste bulunmaktadır. Ancak bu zeka türlerinin oranları o insanların anne ve babalarının öğrenmelerine bağlıdır. İnsanlar kalıcı olarak öğrendikleri ve kullandıkları bilgileri protein olarak sentezlediği için çocuklarına aktarabilmekte ve çocuklarının zeka türleri üzerinde etkili olabilmektedir. Bu nedenle halk arasında armut dibine düşer, Anasına bak kızını al, Babasının oğlu, onun anne babası ne ki oda bir şey olsun gibi deyimler kullanılır. Hatta çevremizde belli mesleklere sahip insanların çocuklarının o mesleklerde başarılı olması nedeniyle onun babası da öyleydi gibi hazır cevaplar verilir. Veya eleman arayan firmalar alanında deneyimli olan kişileri ve aile mesleklerini dikkate almaya çalışırlar. Bu gerçeğe rağmen bazen aileler kendilerinde hiç bulunmayan bazı özelliklerin çocuklarında olması için büyük çaba sarf ederler fakat başarılı olma şansları çok düşüktür.

İnsanlar kendilerinde hiç bulunmayan bir bilgiyi çocuklarında büyük başarılar şeklinde beklememelidirler. Çünkü kendileri protein olarak kaydetmemiş ise çocuğa aktarılmamış ve çocuk bu bilgileri doğduktan sonra tamamen kendisi öğrenmek zorundadır. Bu mümkün olmakla birlikte son derece zor olduğu için herkesten fazla çalışma gerektirir.

1960 lı yıllarda farmakolog olan Prof. georges ungar, Fanus içerisine kapattığı beyaz fareleri belirli aralıklarla bir gongla rahatsız etmekteydi. Fareler haftalarca devam eden bu gong sesine belirli bir süre sonra alışmaya başlamıştır. Bu şekilde alıştırılmış yüzlerce fare­nin beyninde alışmayı sağlayan maddenin birikip birikmediği araştırılmış ve farelerde alışma ve öğrenmenin  RNA birikimi şeklinde olduğu saptanmıştır.  Daha önce başka hayvanlarla yapılan çalışmalarda da bilginin protein olarak sentezlendiğini gösteren önemli ipuçları elde edilmiştir. Örneğin, labirentte peyniri bulabilecek şekilde eğitilmiş farelerin protein sentezinde kullanılan RNA (Ribo Nükleik Asit) ları yeniden üreyen ve o labirentte hiç bulunmamış farelere yedirildiğinde bu farelerin de peyniri bulabildiği saptanmıştır ki bu bilginin RNA ile kodlandığı ve bu koda göre sentezlenen proteinler şeklinde sentezlenebileceğini gösteren kanıtlardan biri olarak ele alınmaktadır. Buna göre aslında bir türün belleğini DNA ve DNA’ nın oluşmasını da RNA sağlamaktadır. james mcconnell, yassı solucanlarla (özellikle Planaria) yaptığı deneylerde solucanlara bir ışık uyarısı vermiş ve  arkasından, yassı solucanın vücuduna zayıf elektrik şoku vermiştir. Belirli sürelerle (bir iki dakikada bir) tekrarlanan bu denemenin sonucunda (bir iki hafta sonra), yassı solucan ışığın yandığını görünce büzülmeye başlamış, yani ışıktan sonra elektrik sokunun geleceğini öğrenmiştir. Eği­tilen bu yassı solucanları öldürerek, etlerini eğitilmemiş solucanlara yediren mccon­nell, eğitilmemiş solucanların, da eğitilmişler gibi davrandığını gözlemiştir. Bu deneyde solucanın baş kısmı veya kuyruk kısmı yedirilen her yeni bireyin bu bilgiyi hatırladığı gözlenmiştir. Dolayısıyla sentezlenen proteinin sadece beyinde değil tüm hücrelerde sentezlendiğini ve bunun sperm hücrelerinde veya yumurta hücrelerinde de sentezlendiği için kalıtsal olarak aktarılabileceğini göstermektedir. Yine birçok hayvanın doğuştan sahip olduğu ve içgüdü olarak tanımladığımız bilgileri anne ve babasından almış olması gibi gerçekler bilginin biyolojik olarak gerçekleştiğini gösteren basit örneklerdir.

Çok fazla ayrıntıya girmeden beynin biyolojik yapısına kısaca değinirsek öğrenmenin biyolojik olarak nasıl gerçekleştiği daha iyi anlaşılacaktır. Yukarıda da belirtildiği gibi beyin yaklaşık olarak 1500 gr ağırlığında ama milyarlarca (yaklaşık 100 milyar) nöron dediğimiz hücrenin bir arada bulunduğu bir organımızdır. Milyarlarca hücrenin kafatasının içine sığabilmesi için katlanmalar (girus) ve yarıklar (sulkus) oluşmuş ve bunlar doğumdan sonra öğrenmelere bağlı olarak açılmakta ve beyinin hacmi artmaktadır. Doğuştan itibaren ne kadar çok öğrenirsek beynimizdeki yarıklar o kadar fazla açılmakta ve kalıtsal olarak sahip olduğumuz zeka potansiyelimizi ortaya çıkarmaktadır. Eğitim sırasında gerçekleşen öğrenmeler sırasında nöron dediğimiz hücreler arasında bağlantılar oluşmakta ve buda özellikle küçük yaşlarda var olan zeka potansiyelimizi geliştirmektedir. Her bireyin doğuştan var olan zeka potansiyeli doğumundan itibaren çevresinden almış olduğu uyartılara ve eğitime bağlı olarak farklılaşmaktadır. Beyin hücreleri arasındaki bağlantıları gelişmemiş insanlar, beyinlerine ne kadar bilgi yığmış olurlarsa olsunlar alternatif düşünme ve akıl yürütme becerileri gelişmemekte, bu yüzden de eğitilmiş sayılmamaktadırlar.

 

beyin yapısı ile ilgili görsel sonucu

Beyinin Anatomik Yapısı

Normalde şekilde farklı renklerde görüldüğü gibi 5 ayrı bölgeye ayırabileceğimiz beyin fonksiyonların anlaşılması için genellikle Ön beyin, Orta beyin ve Arka beyin şeklinde 3 e ayrılarak incelenir.

Ön beyin, Serebrum (serebral yarım küreler, serebral korteks, bazal çekirdekler), Talamus,  hipotalamus, epitalamus bölgelerini içerir.

Orta beyin, beyin kökünün bir kısmını içerir

Arka beyin, Pons (beyin kökünün bir kısmı) ve Medulla oblongata (beyin kökünün bir kısmı) denen kısımları içerir

Beynin uyartıların alınmasından, duygulardan, davranışlardan, hafızadan , koku ve tat duyusundan sorumlu olan sisteminin tümüne birden limbik sistem denir. Limbik sistemde hipokampus, amigdala, ön talamik çekirdekler (bazal çekirdek), Talamus,  hipotalamus, epitalamus, Korteks ve forniks bulunur. 

Bu yapılardan latince badem anlamına gelen ve badem büyüklüğünde bir yapı olan Amigdala’nın  görevi duygusal tepkileri kaydetmek, işlemek ve gerektiğinde hatırlamaktır. Korku ve cesaret gibi özelliklerde amigdala ile kontrol edilir

Hipokampus ise kısa süreli hafızadaki bilgilerin kalıcı uzun süreli hafızaya aktarma ve üç boyutlu değerlendirme ile yön bulmayı sağlar.

ÖN BEYİN:3 Bölgeye ayırdığımız beyin yapıları genel olarak değerlendirildiğinde ön beyin düşünme ve bilinçli yaşamanın en önemli merkezidir. Alınan 5 duyunun aktarıldığı merkez olan ön beyin öğrenme, zeka, bilinç, hafıza, konuşma ve öğrenilmiş davranışları kontrol eder. Alınan uyartıları değerlendirir ve en doğru şekilde mantıklı tepki oluşturmamızı sağlar. Ön beyin bölgesine dahil ettiğimiz serebrum; ön beyinin çıkıntısı gibidir ve koku almayı destekler, işitme ve görme merkezlerini içerir. Sağ ve sol serebral yarı kürelere ayrılır ki bunların üzeri de serebral korteks dediğimiz yapı ile örtülüdür. Talamus; Gelen uyartıların ayrıştırılmasını sağlar, kızma, üzülme, sevinç gibi duyguları düzenler. Hipotalamus ise vücut sıcaklığı, açlık, susuzluk ve uyku gibi olayları düzenler. Hipotalamusun çekirdekleri seksüel davranışları, zevk almayı, döğüşmeyi veya kaçmayı kontrol eder. Bu bölgeye bağlı Hipofiz bezi de buna bağlı olarak vücutta çok önemli fonksiyonları olan hormonların sentezlenmesini sağlar. Tüm bu hormonlar aynı zamanda günlük ve mevsimlik ritmimizi sağlar.

ORTA BEYİN: Ön beyin ile arka beyin arasında bağlantı sağlayan orta beyin, farklı tipte duyuların alındığı ve bütünleştirildiği merkezleri içerir. Görme, işitme lobları bulunur ve bu uyartılara bağlı olarak duygu ve tepki oluşmasında görev yapar. Alınan duyu (uyartı) bilgisini ön beyindeki değerlendirme merkezlerine iletir ve bilinçli (mantıklı) tepki vermemizi sağlar. Bazen de bu iletim gerçekleştiremez ve duygusal tepki verilir veya verilen tepkinin bilincinde olmayız. Örneğin, ders dinlerken veya bir toplantı anında konuşmaları ses duyusu olarak aldığımız halde o uyartıyı ön beyin bölgesine iletmediğimiz için değerlendiremeyiz ve bir süre sonra uyuklama başlar. Orta beyinde bulunan Retiküler Aktive edici Sistem (RAS) uyku ve uyanıklığı düzenleyen sistem olup tam bir duyu süzgeci gibi görev yapar.

ARKA BEYİN: Beyindeki sinir hücreleri (nöron) nin düzenlendiği ve vücudun uygun tepki vermesi için dallanmalar gösterdiği kısımdır. Beyinin sağ tarafından gelen sinir demetleri sola, soldan gelen sinir demetleri ise sağa yönlendirilir. Vücudun denge ve kas faaliyetleri, dolaşım, boşaltım, solunum, emme, yutma, kusma gibi olayları yönetir.

Beyin bölgeleri dikkate alındığında öğrenmenin nasıl gerçekleştiği ve davranışa nasıl yansıdığını anlamak daha kolay olacaktır. Herhangi bir birey çevreden aldığı ses, koku, sıcak, soğuk, basınç, ışık gibi uyartıları ya duyusal alanda bırakır (ki bu durumda duygusal tepkiler oluşur) veya ön beyindeki ilgili bölgeye gönderilerek oradaki öğrenilmiş bilgiler ile değerlendirilip davranışa dönüştürülür (ki o zaman da mantıklı tepkiler oluşur). Bu biyolojik özelliği günlük yaşantımızda bazen kullanıyoruz. Örneğin, “önce düşün sonra konuş” (yani uyartıyı önce beyinin ön bölgesine gönder oradaki bilgilerle değerlendir ve ona göre tepki ver. Eğer ön beyin bölgesine ilgili bilgiye başvurmadan tepki verirsek duygusal tepki veririz ve bu genellikle hatalı olur. Benzer şekilde kullandığımız “2 dakikalık zevk için hayatını mahvetme” öğüdünde hemen duygularınla hareket etme önce ön beyinde kaydedilmiş bilgilere başvur onlara göre değerlendir demek istenir. Ancak bilinçli davranış için hep önceden öğrendiğimiz ve beyinin ön bölgesindeki hafızada kaydettiğimiz bilgilere başvurmak hem zaman alıcı hem de sürekli enerji harcamamızı gerektirdiği için bunu sürekli yapmayız ve duygusal tepkiler veririz ki bunu bazen yapmamız son drece normaldir.

Sinir hücrelerimizde uyartıların iletilmesi elektriksel bir olay olduğu için dijital veriler şeklinde okunabilecek özelliktedir. Yani çalışmaların da başladığı gibi yakın zamanda beynimizdekileri kaydettiğimiz USB (flaş bellek) cihazları üretilecektir. Ancak bilgi aktarılsa bile bilginin kullanılması bireyin kendi yaşam düzeneğindeki algılamalarına ve biyolojik hazırbulunuşluğuna bağlı olacaktır. İyi öğretmek için öğrenme ortamında canlıyı biyolojik olarak etkileyen ışık, ses, koku ve dokunma gibi uyaranların hepsini  göndermeliyiz.

 Basit bir görüşmeye gittiğimizde veya biriyle tanışacağımız zaman iyi giyinerek ışık duyusunu, koku sürerek kimyasal duyusunu, ses tonumuzu ayarlamaya çalışarak ses duyusunu ve tokalaşarak dokunma duyusunu uyarurız ve karşıdakinde daha kalıcı izler bırakırız. Her türlü öğrenme de benzer şekilde gelişir ve kalıcı izler (bilgi) protein olarak sentezlenir.Yani günlük yaşamdaki her türlü çevresel uyartı biyoloji farklılaşmaya ve ona bağlı olarak davranışa dönüşür.

Kaynaklar:
-Hobson, J.A. (1990). Sleep and dreaming. Journal of Neuroscience, (10), 371-382.

-Anch, M.A., Browman, P.C., Mitler, M.M., & Walsh, K.J. (1988). Sleep. A scientific perspective. New Jersey: Prentice Hall, Engelwood Cliffs.

- Hennevin, E., Hars, B., Maho, C., & Bloch, V. (1995). Processing, of learned information paradoxical sleep: Relevance for memory. Behavioral Brain Research, (69), 125-135.

- Drucker-Colin, R. (1995). The function of sleep is to regulate brain excitability in order the requirements imposed by waking. Behavioral Brain Research,69, 117-124

- Datto, L. (1996). Sleep stages, memory and learning. Canadian Medical Association Journal. 154(8), 1193-1196

- Gardner-Medwin, A.R., & Kaul, S. (1995). Possible mechanism for reducing memory confusion during sleep. Behavioral Brain Research, (69),167-175

-AYDIN, Betül (2003). “Gelişim Ve Öğrenme Psikolojisi”,Pegem Yayıncılık, Ankara.

- SELÇUK,  Ziya (2001). “Gelişim Ve Öğrenme”, Nobel Yayınları, 8.Baskı, Ankara.

-ULUSOY Ayten ve Diğerleri (2003). “Gelişim Ve öğrenme”, Anı Yayınları, 2.Baskı, Ankara

-Caine, R.N., & Caine, G:, (October, 1990). Understanding a Brain-Based Approach to

Learning and Teaching, Educational Leadership, 48 (2), p 66,.

Chudler, E.H., Brain Plasticity: What is it? Learning and Memory, http://www.faculty.washington.edu/chudler/plast.html, İnternetten alınış tarihi:07.01.2005

-Demirsoy, A., (1997). Yaşamın Temel Kuralları (Genel Biyoloji/Genel Zooloji),

Meteksan A.Ş., Cilt 1, Kısım II, 8. Baskı, Ankara

-Foster-Deffenbaugh, L. A., (November, 1996). Brain Research and its Implications for

Educational Practice, A Dissertation, Brigham Young University, Hawaii

-Ozansoy, Ü., (2004). Öğrenmenin Biyolojik Temelleri, IV. Uluslararası Eğitim

Teknolojileri Sempozyumu, 24-26 Kasım, Sakarya, Türkiye, Bildiriler Vol:II.

-Thomas, P. B., (2001). The Implication of Brain Research in Preparing Young Children to Enter School Ready to Learn, The Florida Agricultural and Mechanical University,College of Education, Doctor of Philosophy, Florida, USA.

-Uluorta, N., & Atabek, E., (Ekim, 2003). Beyin Eğitimi ve Fen Bilgisi Laboratuar

Öğretimindeki Yeri, Sakarya Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Sayı: 6, sf. 295-304.

-Weiss, R. P.,( July, 2000) The Wave of the Brain, Training & Development, 21-24.

-Wolfe, P., (2001). Brain Matters: Translating Research into Classroom Practice, 9th

chapter (Using the Visual and Auditory Senses to Enhange Learning ), ASCD

(Association for Supervision & Curriculum Development), USA, p151-191



Not: Bu makale, Editörü olduğum “Kurumsal Eğitim Dergisi”nde 2018’de Yayımlanmıştır.

 

 


 

Hiç yorum yok