Blogger tarafından desteklenmektedir.

Sağ Yanım


Örnek Bir İnsan Hüseyin AYÇİÇEK’in Aziz Hatırasına

(İnsanın tarifine dair, şu kısacık ömür için uzun bir yazıdır.)

Üniversiteye girdiğim yıl (1988) tiyatro seçmelerinde tanışmıştık. Dile kolay otuz üç yıl geçmiş üzerinden. Müteveffa, ilahiyat fakültesinin son sınıfında okuyordu. Bir an şaşırdığınızı hissediyorum, durun! Yazıyı okudukça daha çok şaşırtacak sizi Hüseyin. İlk bölümde affınıza sığınarak tarihimizi, hukukumuzu anlatacağım, ikinci bölümde de Hüseyin’i!..

Hüseyin ile başlayan sanat birlikteliğimize eklemlenen dostluğumuz, üniversite tiyatrosu için verdiğimiz mücadeleyle daha da pekişecekti. Benim kavgacı, mücadeleci yanımı; itidalli, sabırlı bir yol arkadaşı tamamlayacaktı. Hüseyin, tüm kulüp öğrencileri tarafından sayılan, sevilen biriydi. Bir ağabeyde olması gereken niteliklerin tamamına haizdi. Serde Karadenizlilik olduğundan mı bilinmez, bir yerde haksızlık gördüğünde gözünü de budaktan esirgemezdi, yani pes etmezdi. Bana dostunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim, atasözü Hüseyin’de gerçeklik bulmuştu. Dostlarının tamamına yakını sadece Samsun’a değil; tüm ülkeye ışık saçan bireylere dönüşecekti. Önce Baruthane’deki fakirhanesi (öğrenci evi), ardından Irmak Caddesi’ndeki öğrenci evi… Oralar, düşünce ufkumu geliştirdiğim, okuduğum, öğrendiğim gerçek fakülteydi. İsmail Dervişoğlu’nun inatçı bilgeliği, Mustafa Karaosmanoğlu ’nun entelektüelliği ve daha niceleri. Bir okuldu Hüseyin. Ayrı dünya görüşlerimiz olmasına rağmen mahallemin sağ tarafını öğrendiğim bir okuldu. Hatta birgün ortak tanıdığımız İnkılap Tarihi Öğr. Görevlisi Nejat Bayrak hoca, bizi sürekli yan yana görünce (O zaman Demirel ile İnönü Hükümeti koalisyona girmişti. Sol-sağ koalisyonuydu.) , Ohooo siz hükümetten önce koalisyon olmuşsunuz, deyiverecekti.

Tiyatro dolu yıllar sürecinde, gece eğitimi (II. Öğretim) tiyatro konservatuvarına da kayıt olmuş, aynı sıraları paylaşır olmuştuk. Hüseyin üniversiteden mezun olunca, “Endülüs Kitabevi”ni kurdu. Endülüs, bilim ve sanatın Avrupa’daki ilk Rönesans’ıdır. Entelektüel bir merkezin adıdır. İşte bu ad, Hüseyin’in kitabeviyle Samsun’da (ve Karadeniz’de) tekrar dirilecekti. Hüseyin, Samsun’un kültür yaşantısına bir nefes gibi gelmiş, binlerce okura, sanatçıya, felsefeciye ilham kaynağı oluvermişti.

Kararlı ve inatçı kişiliğine örnek, Hüseyin hayat arkadaşı yengemiz Gülendam Ayçiçek ile dünya evine girmek istiyordu. Gülendam yengenin eski Samsun Müftüsü olan pederi ise, bir türlü razı gelmiyordu. Hüseyin, ben Gülendam’ı kaçıracağım, deyince mevcut Samsun Müftüsü, olur mu canım öyle şey, isteriz verirler, demiş. İstemeye gidip eli boş dönünce, kaçır evladım, deyivermişti. Hüseyin’in nikahını da Prof. Dr. Süleyman Ateş kıyacaktı.

Kitabevi işletmek, ticari serüvendi Hüseyin için. Bir türlü barışık olamadığı ticareti terk eyleyip, öğretmenliğe, bu sefer de öğrencilerine ışık tutmaya devam edecekti. Üç evlat sahibi oldu. Tek maaşla üç evladını da en iyi şekilde okuttu, iki evladının güzel mezuniyetlerini gördü. Küçük kızı ise, başarıyla okul hayatını sürdürüyor. Büyük kızı Sena (Bizim eve geldiğinde 7-8 yaşlarındaydı) sonradan Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nde öğrencim, fakültesinin tiyatro kulübünün de yönetmeni olacaktı. Hüseyin ile en son annemin vefatında Samsun’da bir aradaydık. Hüseyin, sağ ol, dediğimde. Dostlar iyi ve kötü günde lazım, deyivermişti vefalı dostum. Ne acı ki, annemin vefatından 20 gün sonra da Hüseyin’i kaybedecektim. Vefattan bir hafta önce de telefonla görüşmüştük. Cuma akşamı bir telefon, Mustafa Ağabey (Karaosmanoğlu), donuk bir ses (Hiç alışık olmadığım.), önce yavaştan hal hatır sordu, anladım soruş şeklinden, yüreğime indi denilir ya!.. Bunu şiddetle yaşadım. Şöyle tarif edebilirim: Bir ton ağırlığında bir yükün nefesinizle birlikte kalbinizin tam ortasına inmesi gibi bir şeydi. Otuz üç yıllık dostluğumuzda beni ilk üzüşü oldu Hüseyin’in bu vedası.

Hüseyin,

Vefalı dostum, ilahiyatçı tiyatrocu olur mu, sorusunun yanıtı dostum. Beni dünya tiyatrosunun belki de  en önemli birkaç yazarından birisi Dürrenmatt ile sen tanıştırdın. Benim sanat anlayışıma güneş gibi doğdun. Camus’un "Doğrular"ı…, Hediye ettiğin başucu kitaplarımdan birisi Beşir Ayvazoğlu'nun “Aşk Estetiği”, Halil Cibran'ın “Ermiş”i, “Kuran-ı Kerim Meali” Prof. Dr. Süleyman Ateş,  Ali Şeraiti'nin “Sanat”ı, bu kitabın anısı da var bende. İslam estetiği, sanatı konusunda gelmiş geçmiş en önemli isimlerden İranlı Ali Şeriati, aydınlanmacı yönüyle tabuları yıkmış büyük bir düşünür… Ben de İstanbul’da asteğmenim. Kitabı gece nöbetlerde nizamiyede okuyorum. Binbaşı girdi içeri ve o zaman 28 Şubat olmuş. Ne bu şeriat meriat kaldır o kitabı, sakın bir daha görmeyeyim, diyerek benim 28 Şubatım da o olmuştu. Halbuki Ali Şeriati, şeriatçı değildi ama yıllarca tebessümle hatırladığım bir anıma dönüştü.

Hüseyin’le Samsun’a gelen tüm tiyatroları izlerdik. Sağ- sol fark etmezdi. Oyunları izler, arkadaşlarla tartışır, bilgimizi, görgümüzü arttırırdık. Hatta sadece Hüseyin’le izlediğimiz haremlik-selamlık oyunlar bile oldu. Ulvi Alacakaptan ilk aklıma geleni… Sonradan facebooktan takipçisi olmuş, yaptığım bir eleştiriye sinirlenmiş (Genel tavrıdır Üstadın.), bana fena sarmıştı. Ama, gerçekten severim Alacakaptan’ı, efendice takibi bıraktım. Hüseyin’e, Alacakaptan’dan feragat ettim, deyince çok gülmüştü. Hüseyin hayatında bir bara ilk  ve son olmak üzere benimle gitmişti. Hararetli bir konu üzerinde tartışıyorduk birkaç arkadaş. Hüseyin de yanımızda vardı. Bir iki kadeh üzerine parlatalım, sohbet açılır, deyip bara gitmeye karar verdik. Hüseyin, ben gelmem, deyince. Hüseyin, sigara içiyorsun, o da haram, içki-sigara fark etmez. Sen gel su iç, deyince. Bir süre durakladı ve geldi. Kızılay sodası içtiğini hatırlıyorum. Bara gidilince dinden aforoz edilmeyeceğini bilebilecek donanımda ve zekadaydı.

Hüseyin ile her sezon başında Ankara Devlet tiyatroları Genel Müdürü’ne gider dekor hibesi alırdık. Gel gör ki, Genel Müdür imzayı koyar, İrfan Şahinbaş Atölyesi Dekor-Kostüm Ayniyat Şefi "Arnavut" memur, kısmır davranır, istediklerimizi vermezdi. Bu film her sene tekrarlandığı için, Genel Müdür’ü değil de Şefi önce ikna ederdik, Ankara’nın simsiyah olmuş kar kalıntıları üzerinde beraber üşüyüp, karlı yolları beraber arşınlardık.

Fakir ve gururlu denir ya, işte ondandık biz de… Gönlümüz zengin, ufkun arkasına bakardık. Göremesek de orasıylaydı muhasebemiz. Hüseyin, hayatının hiçbir döneminde paraya tamah etmedi. Para onun için araçtan öteye geçmedi. İşte bundandır tüketim toplumunda dostluklar da tüketilirken o hiçbirini tüketmeye müsaade etmedi. En büyük keyfi, dostlarıyla cami altında bir kıraathanede felsefe tartışmak, dostlukları paylaşmaktı. Endülüs Kitabevi 'nin düzenlediği entelektüel buluşmaların da hem mucidi hem de başkonuğuydu.

Hüseyin, dedikoduyu asla sevmez, kimseyi inciltici bir davranışa girmezdi. Onun söylediği her söze sonsuz itimat edilirdi. Çünkü, hiçbir söyleminde bir çıkar peşinde olmazdı. Tek çıkarı, doğruluk ve erdemdi. Egolarını tamamen yenmiş, Gülendam Yengenin tarifiyle “ Bu dünyadan sessiz sedasız göç edivermişti.”

Hüseyin, başlangıçta hükümeti (kendi mahallesini) desteklemiş ve zamanla gördüğü haksızlıklara dur diyerek, bu birlikteliğini akıl ve vicdan terazisinde sonlandırmayı bilmişti. İlahiyatçı bir tiyatrocunun, sanat ve felsefeyle yoğrulmuş itikat dolu bir ömrün de gereği bu değil miydi?

Hüseyin’in hiç otomobili olmadı, tatil için yaz aylarında gittiği Araklı’daki köyünden, İstanbul’un, Ankara’nın entelektüel mekanlarından başka tatil anlayışını tatmin edecek bir yer arayışı yoktu. Azla yetinmeyi bildiği gibi, önceliği ferasetteydi. İnsan ihtiyaçları sınırsızdır ve her doyum diğerini doğurur, fikrini benimsemiş, doyumun sınırsızlığına karşı dur deyivermişti.

Son zamanlardaki en büyük hazzı, okul etkinliklerinde düzenlediği şiir ve tiyatro geceleriydi. Sosyal ve dışadönük olan Hüseyin, facebook üzerinden de hayata, dostlarına dair paylaşımlarda bulunurdu. Hatta son zamanlarda en çok mahallesindeki mütedeyyin eşraf ile tatlı atışmalara giriyordu. İslama bakış açısı sofistike olduğundan günümüzdeki birtakım dindarlardan farklı düşünürdü. Doksanlı yıllar Fethullah Gülen ismi duyulmaya başlamış. Hüseyin, dedim. Kimdir bu Gülen? Hüseyin, Gülen’in Kuran-ı Kerim-e şirk koştuğunu, doğru biri olmadığını bana ettiği izahı, bugün gibi hatırlarım. Hüseyin, bugün isteseydi, Kültür Bakanlığı’nda, Diyanet İşleri Başkanlığı’nda, Milli Eğitim Bakanlığı’nda üst düzeylere gelebilecek evsafta bir donanıma ve vicdana sahipti. Ama o, davul onda tokmak başkasında bir ruhu kabul etmezdi, etmedi de… O nedenle bu iktidara başlangıcında fikriyatta önemli katkılar sunmasına rağmen, kendisinin oyun dışında kalmasında da bir beis hiçbir zaman görmedi. Gülendam Yenge ile düzenli olarak Samsun’daki yetim çocuklar için, muhtaçlar için insani yardım organizasyonlarına katılıyor ve aktif görevler icra ediyorlardı. İşte böyle güzel bir aileydi Ayçiçekler! Toplumun karpuz gibi ikiye bölündüğü günümüzde, herkesi kucaklayan, inançlara ve düşüncelere saygı duymayı öğreten, insanlıkta bizi birleştiren Hüseyin’in kaybı başta Samsun, sonrasında da öğrencilerinin tekamülü ve tefekkürü açısından son derece büyük bir kayıp olmuştur. Bize insan olmanın tarifini lafla değil, eylemle buram buram gösteren, bizi hayata bağlayan biricik unsurun sevgi olduğunu, dostlarımız olduğunu öğreten yoldaşım;

Tiyatromuz (OMÜTİT) için yazdığım bir şiirimle sana şimdilik veda ediyorum aziz dostum. Sen benim sağ yanımdın, vicdanımdın, ağabeyimdin. Biliyorum göğsünde, laleler, güller açacak. Çok arzu ettiğin cennetine de kavuştun güzel insan. Ruhun şad olsun!

Hepsi çocuktular

Büyüdüler

Yaşadılar

Sevdiler

Bir anlam fırını içinde piştiler

Anlamlı güzeli

Sevip gittiler


 

Hiç yorum yok