AK Partinin Sağlık Karnesi ve Koronavirüs
“Kimsesizlerin kimsesi”
sloganıyla siyaset sahnesine çıkan AK Parti’nin sağlıkta uyguladığı dönüşümler,
toplumun büyük bir kesimini mutlu etmeye yetmişti. Bunların başında; SSK’lerin
kaldırılması, sevk evrakının iptali, önemli iki çözüm olarak gönülleri
fethediyordu. Bir söyleşisinde Erdoğan “Biz de SSK’li olarak Kunta Kinte’ydik (1970’li
yıllardaki tv dizisindeki köle kahraman)” diyecekti.
Osmanlı’dan Cumhuriyete devlet
geleneğinde üç kurum her zaman başı çekmiştir: “Harbiye, mülkiye, tıbbıye.”
Harbiye, malumuz Ergenekon ve Balyoz safsatalarıyla derdest edilirken, “Emevi
Camii’nde, Mescit-i Aksa’da” namaz kılma sevdasına gark olanların hakimiyetinde
“monşerlerin” tasfiye edildiği mülkiye
de bu süreçten nasibini almış oldu. Son olarak da tıbbiyeye el atıldı. Tıbbıye,
harbiyeye benzer bir yapıdadır. Asker olmayan nasıl general olamazsa, doktor
olmayan da hasta bakamaz. Bu kanunun temeli bin yıllar öncesinden atılmıştır. Hal
böyle olunca, tıbbiyeye müdahale -şükürler olsun ki- istenilen hızda olamazdı, olamadı da…
Bir hekim eşi olarak 20 yıla
yakın bir zamandır sağlık sektörüyle bağlantı içerisindeyim. Gözlemlerim ve
deneyimlerim gösterdi ki, tıp alanına müdahale ancak yavaş yavaş, sindire
sindire olabilmektedir. Bugün koronavirüsle mücadele eden “Bilim Kurulu”nun
yaşlarına bakıldığında, tamamının AK Parti İktidarı öncesi tıp fakültesini
bitirdiği anlaşılacaktır. Şu salgın döneminde varsa bir başarı, bunu da
geçmişte aramak gerekir.
Sağlık sektöründeki sıkıntıların,
görünenin ötesinde çok daha büyük bir kütleye sahip olduğunu söyleyebiliriz. Saymaya
kalkarsak;
Sağlıkta özelleşmenin yaygınlaştırılması
sonucu, birçok hoca özel hastanelere gitmiş, üniversitelerde eğitim ve tedavi
daha kıdemsiz hocalara tevdi edilmiştir.
Özelleştirmeler sonucu
kapitalizmin sağlık sistemini ele geçirmesi nedeniyle, alanında söz sahibi
(otör) hocalara görünmek isteyen hastalar, daha büyük meblağlarda sağlık bedeli
ödemeye başlamıştır. Muayenehanelere gelen yasaklar neticesinde ise, otörlerin
bir kısmı üniversiteyi terk etmiş ve özel sağlık hizmeti vermeye
başlamışlardır. En son çocuğumun alerijisi için geçen yıl 900 TL vizite ücreti ödediğimi
hatırlıyorum.
Hastanelerde uygulamaya sokulan
performans sistemi sonucunda, iş hukuku ve iş barışı ortadan kalkmış ve
hekimler arasında inanılmaz bir maddi çatışma ortamı yaratılmıştır. Bu da
hastaya verilen hizmetin niteliğini değil; niceliğini arttırmaya başlamıştır.
Çok fazla sayıda hasta bakmaya
gayret eden hekimler için de malpraktis davaları süreci başlamıştır. Birleşik
kaplar misali, hasta sayısının fazla olması hata oranını da doğurmaktadır.
Sevk işleminin kaldırılması ile 1.
Basamak Sağlık hizmeti sunan Sağlık Ocaklarının işlevsel hale getirilememesi
sonucunda, hastanelerde gereksiz hasta yığılmaları meydana gelmiş ve ayrıca, o
hekimden diğer hekime veya hastaneye seyahat eden hasta sayısında artışa neden
olmuştur. Bu ayrıca, ekonomik olarak büyük bir yüktür. Sağlık Ocaklarının AK
Parti iktidarından önce açıldığını da gençlerimize hatırlatmış olalım.
Koronavirüs neticesinde büyük bir hastanemizin acil servis yükü 300 hasta
ortalamasına düşmüş. Koronavirüs öncesi bu rakam ortalama 1400 civarındaymış.
Buradan anlaşılan, birçok vakanın aciliyetinin olmadığıdır.
“Biz Bize Yeteriz Türkiyem”
kampanyasından 13 Nisan itibariyle 1 milyar 612 milyon TL toplandığı Sayın Cumhurbaşkanınca
ifade bulmuştu. 2020 yılı içerisinde 10 adet şehir hastanesinin maliyeti ise;
10 milyar 95 milyon TL’dir. Bu her yıl katlanarak artacak bir bilançoyu da
göstermektedir. Yap İşlet Devretme(!) yöntemiyle hizmet alınan şehir
hastanelerindeki personele dışarıya bilgi sızdırmaması konusunda imza
attırıldığını gazetelerde hepimizi okuduk. Hastane çalışanlarının döner sermaye
alamadıkları, alsalar da diğer hastanelerle arasında uçurumun olduğu, birçok
kereler dile getirildi. Diğer taraftan, hasta garantisi vermek suretiyle hizmet
alımının gerçekleşmesi de zihinlerde ciddi şüpheler oluşturmaya başladı. Şehir
Hastanesi’ne (hastane isim vermeden) birkaç kez giden birisi olarak; otopark,
hastane içi yaya ulaşım, şehirden hastaneye ulaşım konularında tam bir fiyasko
olduğuna bizatihi şahidim. Diğer taraftan, semt polikliniklerinin yaygınlaşması
gerçek çözüm olarak değerlendirilmesi gerekirken, devasa yapılarla sağlık hizmetini
sunmanın pek geçerli olamayacağını ileride de göreceğiz.
Sağlık sektöründeki kanayan yara
nedir? diye soracak olsanız, ilk diyeceğim “liyakat” olurdu. Bugün şehir
hastanesinin birinde (ya da birkaçında), profesörlerin-doçentlerin başındaki
hastane yöneticilerinin; uzman hekim, pratisyen vb. olduklarını söylememe gerek
olmadığını düşünüyorum. Bazı hastanelerde (ya da çoğunda), yönetim kadrolarının
(başhekim, başhekim yardımcıları, klinik şefleri) incelenmesi, demek
istediğimizin sağlamasını yaptıracaktır. “Ne var bunda canım, o da hekim bu da
hekim” diyenler de olacaktır ama hukuken idari bir görevin unvana göre gözetilmemiş
olması demek onun etik değer taşımayacağı anlamına gelmez.
“Paralel Yapı”nın her bakanlığa
sızdığı gibi, sağlık bakanlığında da bir dönem cirit attığı vakıadır. Ve hatta “Menzil
Cemaati”nin en büyük yapılanmasının sağlık bakanlığı olduğunu sağır sultan bile
duymuştur. Liyakatin yeterince işlevsel kılınamaması sonucunda, iş yerlerindeki
huzursuzluklar, sağlık çalışanlarının iş doyumunu ciddi anlamda sekteye
uğratmıştır.
Görevde yükselme
(doçentlik-profesörlük) için gereken kriterlerden en önemlisi akademik
yayınlardır. 2003’ten sonra bir furya haline gelen paralı yayınlar neticesinde
yüzlerce akademisyen görevlerinde yükselmiştir. Birkaç kişinin bir araya
gelerek ya da birilerine yaptırarak hazırladıkları paralı yayınlar, bilimsel dergilere
gönderilmiş ve birçok kişi akademisyen unvanını almıştır. Bir de cemaat
dergileri ve jüriler var ki, onlar da işin cabası.
Sağlık çalışanlarına olan
şiddetin kat be kat arttığına tanık olduğumuz yıllar içerisindeyiz. Bu yazıyı
yazarken izlediğim bir habere göre, bir hasta yakını, acil servis çalışanlarına
kızarak jeepiyle acil servise girmeye kalktı. Daha bir hafta önce de bir hasta
yakınının oksijen tüpüyle acil servis çalışanlarına saldırdığını duyduk.
Çocukluğumuzda; doktor, öğretmen, mühendis vb. bir meslek grubu söylendiğinde
saygı duyulurdu. Son yıllarda sağlık çalışanlarının sahipsiz kaldığına herkes
ama herkes şahittir. AK Parti’nin -neredeyse 20 yıllık iktidarında- koronavirüs
salgını sayesinde sağlıktaki şiddet yasasını hatırladığını söylememiz
gerekiyor.
Koronavirüsle mücadelede
ülkemizin iyi noktada olduğunu söylemek için erken olsa da göstergeler
umutvardır. Bakanlığın “bu sefer” liyakati ön plana alarak “Bilim Kurulu”
oluşturması ise, takdirlere şayandır. Salgının bağıra bağıra geliyor olmasına
rağmen alınan tedbirlerde geç kalındığını da söylemek gerekiyor. Özellikle
yurt-dışı bağlantılarının kontrolünde geç kalınması, şehirler-arası ulaşımın
kısıtlanmaması, sokağa çıkma yasaklarının geç tecelli ettirilmesi gibi önemli
gecikmeler söz konusudur. Bir diğer önemli konu da, sınır güvenliği sorunudur.
Kaçak göçmenler (özellikle İran ve Irak sınırları) kontrol edilmediği sürece
salgın riskinin ortadan kaldırılamayacağı unutulmamalıdır.
Gelişmiş ülkelerdeki sağlık
sistemlerin çöküşünü hayretle izliyoruz. Yurtdışından gelen dostlarımızın anlattığı ilk şeyler; evsizlerin (homeless) çığ gibi büyümesi ile tedavi
hizmetlerinin çok zor ve pahalı olduğu yöndedir. Kapitalizmde sağlık da
paralıdır. İleri kapitalist ülkelerde paranız kadar sağlık hizmeti alırsınız. Ülkemiz
ise, sağlık hizmeti konusunda dünyanın belki de en gelişmiş ülkelerinden birisidir.
Bu, 2003’ten önce de böyleydi şimdi de... Hatta şimdi, özel hastaneler ve muayenehanelerin sayısı artınca, sağlık hizmeti bedeli de işin doğası gereği
aynı oranda artmaya başladı.
Genç arkadaşım;
Devlette devamlılığın esas
olduğunu hatırlatırken, yukarıda yazdıklarımızdan sonra, sağlık
organizasyonumuzun 2003’te başlamadığını kavrayacağınızı, iktidarın, “sağlıkta
çok büyük başarılar elde ettik”(?) söylemini de nesnel bir değerlendirme ışığında
analiz edeceğinizi umuyor, sağlıklı günler diliyoruz.
Yorum Yap