Blogger tarafından desteklenmektedir.

Söyleşilerim







Türkiye'de Yönetim Becerileri ve Liderlik 
Kitabım Hakkındaki Söyleşim

(Kurumsal Eğitim Dergisi'nden)

Enis Erol– Kamil hocam merhaba.

Kamil Sönmez– Merhaba Enis Bey.

Enis Erol- Derginin editörü olarak bugüne kadar tüm söyleşileri siz hazırlıyor ve uzmanları konuşturuyordunuz. Şimdi sizinle, yeni kitabınız “Türkiye’de Yönetim Becerileri ve Liderlik” üzerine ben soracağım, siz yanıtlayacaksınız bu nasıl bir duygu acaba?

Kamil SÖNMEZ- Eskilerin bir tabiri vardır: Konuşana değil; konuşturana bak, diye. O duygu, soruların zorluk derecesine ve muarıza bağlı.

EnisErol- Tamam hocam, zor sormayacağım. Mesaj yerine ulaştı. Kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Kamil SÖNMEZ- İskenderun doğumlu olmama rağmen Samsunluyum. Türkiye’nin ak ve kara her iki denizini de öğrenmem için bir vesile olmuş olabilir. Coğrafya, felsefe, göstergebilim, psikoloji ve sosyoloji keyif aldığım disiplinler olmuştur. Son zamanlarda antropolojiye de merak sardım ama vakit bulmakta zorlanıyorum. Halkla İlişkiler, Konservatuvar Tiyatro, Türk Dili ve Edebiyatı bölümleri mezunuyum. Yüksek Lisansımı, Eğitimde Yaratıcı Drama üzerine yaptım. Okumayı severim. Hızlı kitap okuduğumu düşünüyorum. Bir yazarın başarısının Nihat Genç’in deyimiyle: “Hikayesinin olması”na bağlarım. Benim hikayelerim içerisinde önemli anlarım vardır. Akademik yaşamdan, tabiri caizse gençliğimin baharında istifa etmek zorunda kalmam, İstanbul’da yerli-yabancı büyük kuruluşlarda müşteri temsilciliğinden en üste çıkmam, 2001 krizinde dönemin en büyük AVM’si PERPA’da iş yeri sahibi olmam bunlardan birkaçıdır. Krizle birlikte işlerimizi tasfiye etmek zorunda kaldık. O süreçte, genciz ve ülkenin geleceği konusunda şüpheler birikmiş. Çünkü 1995 krizini de görmüşüz. Üniversiteye geçmeyi uygun buldum. Verdiğim en doğru kararlardan birisinin bu olduğuna inanırım. Çünkü içimde hep bir merak vardı. Önce On Dokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesinde öğretim görevlisi, ardından Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde okutman olarak çalışmaya başladım. Halen aynı görevde üniversite öğrencilerine bilgi ve deneyimlerimi aktarıyorum. Ve onlardan çok şey öğreniyorum. Kitaplarımda yazacağım konuları önce onların görüşlerine sunuyor ve tepkilerini ölçüyorum. Çok faydasını gördüm. Akademik yaşama paralelel olarak ANKÜSEM kanalıyla seminerler vermeye başladım. Önemli kurumları tanırken kendimi de geliştirme fırsatı edindim. 2007 itibariyle Kara Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde Eğitim Doktrin Komutanlığında (EDOK) subaylarımıza iletişim ve liderlik eğitimleri vermeye başladım. 2014’ e kadar sürdü. Aynı süreçte Milli Savunma Bakanlığı Teknoloji Merkezi (SATEM)’nde de seminerlerim devam etmektedir.

Enis Erol- Araya giriyorum ama askeri disiplinle hayatın aynı çizgide gitmediği gerçek değil mi?

Kamil Sönmez- Evet aynı gitmese de öğrenciliğimde üniversitede tepegözü tanıyorken kışlada projeksiyonu gördüm. Öğrenciliğimde ölçme-değerlendirme derslerimize Prof. Dr. Şerife Kabadayı hoca girerdi. Muazzam bir bilim insanıydı. Ben ölçme değerlendirmeyi ayrı bir dünya olarak görürdüm ta ki kışlaya gidip de ölçme-değerlendirme merkezi görene kadar. O zamana kadar bırakın okulları, özel sektörde hiçbir şirketin böyle bir birimi yoktu. Gene bir gün general-amiral semineri için askeri okula gittiğimde okul komutanı gelip “B planından prove edelim”, demişti. Ben o zamana kadar A’dan başka plan bilmezdim. Askeri disiplin ile sanayideki disiplin kuşkusuz birbirinden çok farklı. Sistem olmadan hiçbir başarı gelmiyor. Bunun yolu da disipline olmaktır. Disiplin deyince; vurmak, kırmak akla gelmesin. Kitapta “Silahlı Kuvvetler” ile ilgili mevzu edilen konu sayısı fazla değil. Demem o ki, liderlik ve yönetim alanında Türk silahlı Kuvvetlerinin önemli bir birikimi vardır. Bu birikimden rahatsız olanlar; darbelerle, Ergenekon ve Balyoz safsatalarıyla, 15 Temmuz’da ortaya çıkmadı mı?… Ben hayat hikayemde kaldığım yerden devam edeyim. Kamu ve özel sektörde önemli kuruluşlara: İnsan Kaynakları, Eğitim, İş Motivasyonu, Yönetim, Kurumsal ve Bireysel İletişim, İkna üzerine seminerlerim ve danışmanlıklarım olmuştur. Bu 4. Kitabım. İlki yayınlanmamış yüksek lisans teziydi, ikincisi On Dokuz Mayıs Üniversitesi tarafından basılan göstergebilimde söylem çözümlemesi alanını ihtiva eden kitabımdı, üçüncüsü ise; Türkiye Perakende Federasyonu tarafından bastırılan “Müşteri Memnuniyeti”ni içeren kitaptı. Sonuncusu da şimdi üzerinde konuştuğumuz kitap. Evliyim ve 6 yaşında bir kız babasıyım.

Enis Erol-Güzel ve renkli bir hikayeniz var hocam, peki neden “Türkiye’de” diye bir ön başlık koyma ihtiyacı duydunuz?

Kamil Sönmez- Kitabımda da bundan bahsediyorum kısmen. İngiltere’de yaşıyor olsaydım kuşkusuz “İngiltere”de diye bir sıfat koyardım. Her toplumun yönetim ve liderlik tutumları farklılıklar taşıyor. Ülkemizde bilim genel anlamda çevirilerle ilerlediği için bize özgü olanı yakalamak pek mümkün olamıyor. Okuduklarım ve gözlemlediklerim bana şunu gösterdi: Teori ve pratik bizim kitaplarımızda çok farklı işliyor. Akademisyenler sahadan haberdar değil; sahada çalışanlar da akademiden… Böyle olunca hiçbir şey oturmuyor. Aziz Sancar’ın daha dünkü görüşü oldukça önemli. Diyor ki: “Eğitim fakültesi mezunları önce 2 sene uzman bir öğretmenin gözetiminde öğretmenlik yapmalı.” Bizde, öğretmen mezun olur olmaz göreve başlar ve bir bakar ki kitaplarda anlatılanla sahadakiler taban tabana zıt. Bir nevi sıcaktan, soğuğa temas eden bardağın çatlaması gibi… Her alanda bu boşluğu görmek mümkün. Kitaptaki “Türkiye” sıfatının temeli bu anlayışa dayanıyor.

Enis Erol –Liderlik ve yönetimi niçin kaleme alma ihtiyacı hissettiniz?

Kamil Sönmez- Liderlik tüm canlılarda mevcut. İçgüdülerle, dürtülerle meydana geliyor. İnsanda ise, tabiatiyle çok daha teferruatlı ve grift. Liderlik için başka birtakım meziyetler gerekiyor. Bunu kitapta etraflıca ele aldık. Herkesten liderlik beklenmiyor ama yönetimin herkes tarafından iyi bilinmesi gerekir. Eğer bir kişi hem liderlik hem de üstün yöneticilik vasfı barındırıyorsa, tadından yenmez bir durum çıkar ortaya.

EnisErol – Öyleyse bu özellikleri olmayanlar okumasın mı?

Kamil Sönmez- Tam tersi, bu özelliklerin nasıl geliştirilebileceğini anlatıyorum. İşin diğer tarafı ise, bu toplumun duygusal refleksleri çok baskın.  Konu gelmişken belirtelim, toplumdan kastımız; aynı dili, aynı inancı taşıyan, aynı kökten beslenmiş coğrafyamızın insanıdır. Etnik yaklaşımı reddederek değerlendirmek gerekli. Çünkü, psikolojide “öğrenilmiş” davranışlar” diye bir bölüm var. Toplum içerisinde bireyler bu davranışları taklit ediyor ve birbirine bakarak davranmaya başlıyor. Ülkemizin doğusuyla batısı arasında bu perspektifte pek bir farklılık yok. Temel reflekslerimiz aynı. Konuya dönersek, bu ülkede liderlik ve yönetimde duyguları hesaplamayan kişinin vay haline diyelim. Kitabımızda, motivasyon, hitabet vd. başlıklarda bu duygulardan bahsediyoruz. İlişki odaklı bir toplumda duyguları pas geçerseniz hedef kitleniz size odaklanamıyor. Duygular için iki çarpıcı örnek verelim: Muhsin Yazıcıoğlu’nun vefatından sonra Sivas Belediyesi’ni partisinin kazanması… Oysaki %1-2’lerin üzerine oy alamamıştı hayattayken. Ya da Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına seçilmesi bu minvalde okunması gereken duygusal tepkilere misaldir. Duyguları anlatırken özellikle 2014 Nobel İktisat, 2017 Nobel Ekonomi ödüllerinin davranış bilimlerine gittiğini belirtelim. Batılılar duyguların nasıl kontrol edilebileceğine kafa yoruyor. Bu konuyu her yöneticinin iyi bilmesi gerekir.

Enis Erol- Şu “Kut” konusu bana çok ilginç geldi. Biraz açar mısınız?

Kamil Sönmez- O bahis, sosyoloji ile ilgili. Tarihe bakıldığında ve eserler incelendiğinde, Türklerde çok baskın bir figür, aynı şekilde Ortadoğu coğrafyasında da görülüyor. Lidere kutlu özellikler bahşedilmesi geleneksel bir tavır. Toplumların da bilinçaltı yok mu? Bunu Vamık Volkan etraflıca incelemiş Amerika’da. Örnek verelim: Ecevit döneminde 1999 depremi, ardından ekonomik kriz, halkta şu söylentiyi doğurmadı mı? “Uğursuz” adam. Üzülerek bunu müşahade etmedik mi? Ya da Erdoğan’ın 15 Temmuz gecesi özel uçağıyla İstanbul’a ulaşması konusunda, halk onun Allah tarafından korunduğunu dile getirmesi tesadüf müdür? Gene Erdoğan adına partilileri tarafından isnat edilen yücelik, azizlik mertebesindeki sıfatlar bu mantığın bir sonucu olarak pek tabii değerlendirilebilir. Sözün özü; vatandaş yönetimde bir kutsiyet, olağanüstülük aramaktadır.

Enis Erol – Bu doğru mudur peki?

Kamil Sönmez-Ben doğru ya da yanlışa değil durumu izaha çalışıyorum.

Enis Erol- Yönetimde matematik üzerine çok şey söylüyorsunuz.

Kamil Sönmez- Sadece matematik değil; şiirden de bahsediyorum. İkisi bir arada olmak zorunda.

EnisErol- Yani biz şiir ve matematik bilmek zorunda mıyız?

Kamil Sönmez- Mutlaka bilinmesi gerekiyor. İnsan yaşamı iki temel üzerine inşa edilir. Duygu ve mantık. Bu ikisinin bileşkesi de şiir ve matematikte gizli. Bu ülkede siyasetçinin yol haritasına bakınız. Necip Fazıl Ak Partinin, Nazım Hikmet CHP’nin önemli iki kılavuzudur. Bu ülkeyi şairler yönetiyor dersek yanılmış olmayız. Kitapta bununla ilgili geniş bir bölüm var.

EnisErol- Evet, özellikle Fatih Sultan Mehmet.

Kamil Sönmez-Başkaları da var. Burada söylemeyelim, merak uyansın.

Enis Erol-Yönetimin esasları nedir diye, sorsam özet olarak ne söyleyebilirsiniz?

Kamil Sönmez- Yönetim üç ana unsurdan oluşur: Adalet, sözüne güvenilirlik ve liyakat. Liyakat bilgiyi, adalet ve sözüne güvenilirlik de itimadı doğurur. Bilgisiz adam, adil davranamaz, insan halidir. Mutlaka bir şeyleri gizlemeye yönelir. Ülkemizde yöneticisinde çok sık karşılaştığımız sonuçtur bu. Liyakat sahibi olmadığı için görevde durabilmek adına etik dışı davranmak zorundadır. Liyakatsiz kişileri bir işin başına getirmek onları bir nevi harcamaktır. Büyük bir şirketin insan kaynakları müdürünü tanımıştım. İtikat yönünden kusursuz biriydi. Günde beş vakit namazını kılar, orucunu tutar ama görevdeki basiretsizliğini örtmek adına her türlü yanlışı yapardı. Liyakat her şeyin başıdır. İkinci olarak da yönetimin fonksiyonlarından birisi olan “delegasyon” yani yetkilendirme. O konuda biraz eksiğimiz var. Nedenlerini de kitapta anlatıyorum. Ama, başa dönersek her şey liyakata bağlı.

Enis Erol- Bizde liyakat sorunun büyük olmasını neye bağlıyorsunuz?

Kamil Sönmez- Bir kere şunu bilmek lazım. Neopotizm denilen kayırmacılık her yerde var. İnsan doğası gereği kendine yakın olanı korur. Bizim kültürümüzde ise, biraz daha baskın olmasını Erol Göka çok iyi izah eder. Toplulukçu kültürden beslenmemiz bu sonucu doğurmaktadır. Peki Batılılar nasıl aşabilmiş, diye soracak olursak, dramaturji biliminde vardır: “İyi kurulu oyun.” Yani, sistemi iyi kurmakla ve doğru kişiyi işin başına geçirmekle çözüm sağlanabilir.

Enis Erol-Siz yönetim bilimi uzmanı değilsiniz, buna rağmen niçin bu alana el attınız?

Kamil Sönmez- Yönetim iki unsurdan oluşur: Yönetsel yetkinlik ve iletişim. İletişim bunun en az %51’idir. Çünkü yönetim, insanı sevk etme, yönlendirme işidir. Uzun yıllardır %51’i üzerine düşünen birisiyim. Bu alanda epey mesai harcadım. %49 ise, daha önceki iş yaşamımdaki deneyimlerimi içermektedir. Celal Şengör ülkemizin yüz akı bir bilim insanıdır. Jeoloji dünyasında müstesna bir yeri var ama gel gör ki İlber Hoca’nın dahi takdirine mazhar olabilmiştir tarihçilik konusunda. Erol Göka da bir psikiyatrist olmasına rağmen bizim sosyolojimizi çok iyi ele alabilmektedir. Cemil Meriç, Fransızca okutmanıdır. Oysaki, sosyoloji ve felsefe ondan sorulmaz mıydı? Çağımızda disiplinler arası yaklaşımlar daha farklı fikirler ortaya koymaktadır. Bir de yaşanmışlıklar var. Bunlar altın değerinde.

Enis Erol – Yaşayan bilir diyorsunuz.

Kamil Sönmez- O çok iddialı bir söylem olur. Yaşanmışlıklardan ders almak, onları dönüştürmek, gözlemlemek ve üzerinde sağlam teoriler oluşturmak bir anlam taşıyabilir.

Enis Erol-Kitapta okumanın önemi çok sık vurgulanmış, liderlik için şart mı?

Kamil Sönmez- Bu yorumu okuyuculara bırakalım. Ama bariz bir örnek olması açısından, Atatürk diyelim. Büyük Taarruza 3 gün kalmış ve “Çalıkuşu” romanını okuyor. Gerisini merak edenler kitaba bakabilir. Çünkü orada eğitimle yönetim arasındaki doğrusal ilişkiyi, okumayı, Doğu-Batı sentezini dile getiriyoruz.

Enis Erol- Aklıma gelmişken, kitapta yer alan ikna bölümü çok ilgimi çekti diyebilirim. Hitabet ve ikna niçin önemli?

Kamil Sönmez- Suriye’yi merkeze alan bir yay çizin. İçinde Antalya, Antakya, Mardin, Urfa, İran’ın Güneybatısı, Irak, Arabistan, Sina Yarımadası… Hepsinden biraz alın daire içerisine semavi dinlerin merkezini bulursunuz. Zebur, Tevrat, İncil, Kur’an… Mitolojiler, Sümerler’in dini… Bir bakarsınız ki, iknanın ve telkinin merkezidir bu coğrafya. O nedenle, iknayı bilmeyen dükkan açmasın diye bir slogan bulalım.

Enis Erol– Size, en beğendiğiniz liderler kimlerdir, diye sorsak?

Kamil Sönmez- Bu soru en zoru oldu. Ben beğenmediğimi söylersem daha iyi bir değerlendirme yapmış olabilirim: Alan bilgisi olmayan, iletişim ve hitabeti beceremeyen, insanı motive eden unsurun paradan ibaret olduğunu zanneden, sözünde durmayan, kararsız, olumsuz, kendi çıkarını gözeten, korkak, stresle baş edemeyen, ıraksak düşünemeyen ve matematik-şiir bilmeyen diye sıralayabilirim. Şiir derken sanat, yani mecazın, metaforun, imgenin ve ruhun kutsiyeti…

Enis Erol- Başarınızda sizi etkileyen kişiler oldu mu? Burada sizin birçok başarınızı ben biliyorum ama söyleşi hali onlardan bahsedemedik.

Kamil Sönmez- Eksik olma!

Enis Erol- Oldu mu rol modelleriniz?

Kamil Sönmez-Olmaz mı!

Enis Erol- Kimler mesela?

Kamil Sönmez- Öncelikle benim başarım varsa, bunda en büyük pay öğrencilerimindir. Onlardan çok şey öğreniyorum. Hocalar ve rol model olarak; Haldun Taner, Türk tiyatrosunun ve mizahının bence en naif ismidir. Cem Yılmaz’ı bir dahi olarak düşünüyorum ama Haldun Taner ondan bir tık daha üstedir. Onun eserleri ve mizah gücü benim yol haritam olmuştur. Diğer taraftan, öğrencilik yıllarımda Gırgır, Limon, Leman dergileri biriktirirdim. Bunlar benim yaşamdaki gözlemlerimin kilit taşını olmuştur. Felsefe alanında, onu edebiyatla sarmalayan Turan Oflazoğlu’nu, pür felsefede Ahmet Arslan’ı, bilim sistematiğinde Şengör’ü ve ciddi anlamda bilgisini ve zekasını kıskandığım İlber Hocayı anmak isterim.

Enis Erol- Liderlikte peki?

Kamil Sönmez- Pek tabii ki Atatürk ve Fatih. Yönetimde ise, Hüsnü Özyeğin, Cem Kozlu, Üzeyir Garih mutlak surette dile gelmelidir.

Enis Erol- Edebiyatta peki?

Kamil Sönmez-Türk edebiyatı bir yana Sait Faik bir yanadır. Her geçen gün onun büyüklüğü keşfediliyor. Edebiyatta çok değerli yazarlarımız var. Bilge Karasu, Leyla Erbil, son zamanlarda İhsan Oktay Anar… Şiirimiz ayrı bir derya, iyi şairlerimiz var. Şimdi burada tek tek saymaya kalksak Divan Edebiyatından başlamamız gerekir. Bence hiç girmeyelim.

Enis Erol- Orhan Pamuk peki? Nobel aldı.

Kamil Sönmez- O konuda; Tahsin Yücel, İlber Hoca ve Metin Akpınar, gereken yanıtları ziyadesiyle verdi. Tekrara düşmeyelim; ama, Elif Şafakla Orhan Pamuk mesela mukayese bile götürmez. Sezarın hakkı Sezara…

Enis Erol- Kitabın ilk baskısı TDO Yayınlarındandı. Şimdi ikinci baskısı Anı Yayınlarından çıkıyor. Kitaba nasıl ulaşabiliriz?

Kamil Sönmez-Kitapyurdu, ideefix, D&R, pegem.net ve Anı kitabevinde satışta. İnternet işi kolay kılıyor. Burada bir notu hatırlatmakta fayda var. Yönetim, İnsan Kaynakları, İletişim, Siyaset, İş Dünyası bu kitabın muhataplarıdır. Okumaları bizleri mutlu eder.

Enis Erol – Peki, yeni kitaplar olacak mı?

Kamil Sönmez- Sormasaydın ben söyleyecektim. Evet! Şimdi, iletişimle ilgili çok kapsamlı bir kitap hazırlığındayım. Ardından sürprizler gelecek… Nefesimiz yettiği sürece!

Enis Erol- Hocam çok teşekkür ederim. Güzel bir sohbetti. Sizin yönteminizle son bir soru sorayım. Üç temenniniz olsa?

Kamil Sönmez-Şiir (duygu); matematik (mantık);  iletişim(birbirimizi anlamak) derim. Ben teşekkür ederim Enis Bey.







Türkiye'de yönetim Becerileri ve Liderlik 

Demokrat Haber'de Söyleşi


Cemal Kalman- Değerli okuyucularımız, bugün kıymetli dostum, eski arkadaşım ve gazetemizin yeni köşe yazarı Kamil Sönmez ile yeni çıkan kitabı “Türkiye’de Yönetim Becerileri ve Liderlik” üzerine söyleşi gerçekleştireceğiz. Kamil Sönmez’i tanıyalım mı, önce?
Kamil Sönmez- Sevgili Kalman, bence söyleşiden önce bir konuyu okuyucularımızın dikkatine sunalım. Seninle dostluğumuz ve iş arkadaşlığımız 1998’li yıllarda başladı. O zaman Medlife A.Ş. bünyesinde çalışıyorduk.
C.K.- Evet
K.S.- Senin ismin geçince aklıma hep Beşiktaş Kulübü Efsane Başkanı Süleyman Seba gelir.
C.K.- Evet güzel bir anıdır.
K.S.- Hatırlarsan iki kere makamına gitmiş, birinde de yönetim kuruluna brifing vermiştik. Orada ikimizi de etkileyen bir durum vardı. Seba’nın nezaketi.
C.K.- Asansöre kadar yolcu etmiş ve hatta asansör düğmesine basmıştı.
K.S.- Ve hatta kapı kapanana kadar da beklemişti. Şimdi bunu niye paylaşıyorum. Günümüzde biraz saygıyı mı yitirdik bilemiyorum. Ya da efsane başkan böyle mi oluyor, bunun yanıtını okuyuculara bırakalım. Liderlik ve Yönetim denilince bu anıyı paylaşmayı elzem gördüm.
C.K.- Kamil Sönmez kimdir ve neler yapar?
K.S.- Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde öğretim elemanıyım. Edebiyat, halkla ilişkiler ve konservatuvar tiyatro bölümleri mezunuyum. Yüksek lisansımı “Eğitimde drama” üzerine yaptım. 4. Kitabım var. Sırasıyla: İlki, Yüksek Lisans Tezi; ikincisi, Göstergebilimde Söylem Çözümlemesini içeren On Dokuz Mayıs Üniversitesince basılan kitabım; üçüncüsü, Perakendede Müşteri Memnuniyeti adlı ve Türkiye Perakende Federasyonunca basılan kitabım ve son olarak da, Anı Yayıncılıktan 2. Baskısı çıkan “Türkiye’de Yönetim Becerileri ve Liderlik” adlı kitaplarım bulunuyor. Çeşitli dergilerde de makalelerim mevcut. Çalışma hayatına İstanbul’da başladım. Birçok yerli-yabancı şirkette önemli pozisyonlarda görev aldım. 2000’li yıllar malum, üniversiteye geçmeyi uygun buldum. Önce On Dokuz Mayıs Üniv. ardından Ankara Üniversitesi… Birçok kurumda: İletişim, İkna, Müşteri Memnuniyeti, Liderlik, Yönetim Becerileri alanlarında seminerler verdim ve danışmanlıklarda bulundum. Kurumsal Eğitim Dergisi’nin de editörlüğünü sürdürüyorum. Evliyim bir kız babasıyım.
C.K.- Bu kitabı yazma fikri nereden çıktı?
K.S.- Çevirilerle ilerleyen matbuata biraz eleştiri olsun diye belki de… Belki de okuduklarımı sahada göremediğim içindir. Şu bir gerçek ki, bizim yönetim ve liderlik anlayışımız Batı’dan çok farklı. Ben o farkı ortaya koymaya, bize özgü olanı çıkarmaya özen gösterdim.
C.K.- Bize özgü olanlar nedir peki?
K.S.- Bir çırpıda önce olumlu özelliklerimizi sayarsak: Pratik davranma, hızlı adaptasyon, lider güçlü ise; bi-la bedel çalışma, kendini adama, zorluklar karşısında pes etmeme, çok çabuk organize olabilme, lider yetenekli ise; birlikte hareket edebilme ve diğer unsurlar… Olumsuz olarak ise: Fizibilite yoksunluğu, hızlı başlayış, alternatif planlamanın olmayışı, zamanı doğru yönetememe, iş ilişkisi yerine kişisel ilişkilerle işi yürütme, koordinasyonda mutlak surette açıkların oluşması ve etkili iletişim kanallarını kullanamama, işgörenin ihtiyaçlarını doğru saptayamama ve toptancı bir anlayışla yönetme, toplantıları kişiselleştirme, hatasız bir işletme yaratma adına gelişmelere kapanma, çatışmazlığı önemli bir ilke olarak benimseme gibi bir dolu sistemsel problemden bahsedebiliriz. Ama bunların içinde en önemlisi yetki devri konusunda yöneticilerin imtina etmesi.
C.K.- Neden yetki devrinde böyle bir problem var?
K.S.- Nedeni, toplumsal bilinçaltı diyelim, genetik diyelim, öğrenilmiş davranışlar diyelim… Yani bir nevi, yetkiyi paylaşan yönetici kendisini yetersiz hissediyor. Bunu bir zaaf olarak görüyor. Oysaki daha yeni okudum. Steve Jobs’un hayat hikayesinde vardır: Jobs, ikna edilirse hemen fikrini değiştirebiliyor. Diğer taraftan da takım çalışmasına uyuyor. Bizde bu pek mümkün değil. Çünkü, toplulukçu yaklaşım biz ve onlar diye kendini ikiye ayırıyor. Aslında bu ülkede yönetime talip olanlar açısından da bulunmaz bir nimet. Çünkü, biz ve onlar ayrımı kitleleri konsolide etmekte biçilmiş kaftan. Liderimiz güçlüyse doğru işler yapıyoruz. Liderimiz yetersiz ise, yandı gülüm keten helva.
C.K.- Burada şöyle mi anlamalıyız? Biz takım ruhuna adapte olamıyoruz.
K.S.- Aynen öyle. O nedenle işletmelerde en büyük problem bu. Herkes kendi başına çalışmak istiyor. Böylece de işler arapsaçına dönüyor.
C.K.- Bunun çözümü nedir peki?
K.S.- Lider pek tabii ki…
C.K.- Liderliğin sırları nedir, diye sorsam?
K.S.- Adalet, özveri, cesaret, kararlılık diye uzun uzun sayarız ama,  şiir ve matematik bu coğrafyada liderin künyesidir.
C.K.- Mesela?
K.S.- Önce iyi şiir bilecek, sanatla iştigal edecek. Ardından, dünyayı tanıyacak ve matematik bilecek. Bu ikisi bir arada olursa Atatürk çıkıyor karşımıza, Fatih çıkıyor, Kanuni çıkıyor…
C.K.- Bu ikisi olmayınca lider olunmuyor, diyorsun.
K.S.- Bu coğrafyada olmuyor. Tek başına matematik sadece mantığa işaret eder. Hal böyle olunca, insanımız kendisine dokunulmasını, aynı dilin konuşulmasını istiyor. Tek başına matematik, liderlik için asla yeterli değildir.
C.K.- Öyle liderlerimiz var mı peki?
K.S.- Şimdi tarif etmiş gibi olmayalım. Okuyucuya bırakalım bu bahsi. Ama yöneticilerimiz matematikten başını kaldıramıyor. Motivasyon olmayan yerde verim olmaz. Denilir ki, sosyal performans olmadan ekonomik performans olmaz. Yönetici sadece hesaplarsa bir yere kadar gider. Duyguları da hesaplaması lazımdır. Zaten o durumda liderlik özelliği çıkar karşımıza. Yönetici bir iş emri verir, işgören zorunluluk icabı yapar. Lider bir iş emri verir. İşgören onu coşkuyla yapar. Aradaki fark budur.
C.K.- Şu yöneticiyi yönetme konusu... Biraz açsan?
K.S.- Değerli iş adamı büyüğümüz Mansur Yılmaz’a ait bir sözdür o. “Ben yönetici olmam, yöneticiyi yönetirim.” Liderler son kararı veren kişidir. Lideri birileri yönetiyorsa o lider değildir. Yani kısaca, lider 2. Kişi olmaz. Bir işletmede karar verici mekanizma hep tepeye bakıyor ve tek başına hareket edemiyorsa, onun yönetsel yetkinliği sorgulanmalıdır. Ne yazık ki patronlar da bu tarz kişileri seviyor. Kurumsallaşmanın olduğu yerlerde ise, düzgün yöneticiler ortaya çıkabilir. Onların liderlik özellikleri de pekişebilir. Ali Koç’un birkaç zamandır sosyal medyada dönen bir söyleşisi var. Hoşuma gitti açıkçası. Konuşmayan kendini ifade edemeyen yöneticiyi sevmediğini söylüyor. Boşuna Koç olunmuyor demek ki!
C.K.- Sanatla yönetim ve liderlik arasındaki bağ tam anlamıyla nedir?
K.S.- Nejat Eczacıbaşı’dır, Einstein’dır, Sakıp Ağa’dır, Alaeddin Yavaşça’dır… Saymakla bitmez. Sanatla iştigal eden lider, değiştirebiliyor, üretebiliyor. İnovasyon denilen süreci layıkıyla yerine getiriyor. Sanat yoksa liderlik de yok!
C.K.- O kadar kesin mi?
K.S.- O kadar kesin. Atatürk: Dans ediyor, zeybek oynuyor, türkü söylüyor, şiir yazıyor, operaya meraklı, tiyatro metni yazıyor, en ilginci Türk Sanat müziğinde peşrevin nasıl olacağına kadar tutarlı görüşler ortaya koyabiliyor. Meraklısı için youtube’da var. Murat Bardakçı Atatürk, diye yazın, peşrev konusunu öğrenin. Churchill, 1954 Nobel Edebiyat ödülü almış. Fatih, şair. Hangi birini sayalım?
C.K.- Son olarak bize söylemek istediğin nedir?
K.S.- Cem Yılmaz’ın deyişiyle, “eğitim şart.” Bunu en iyi gören iş ve siyaset liderleri dünyaya ve insanlığa önemli katkılar sağlıyor. Koç, Sabancı, Nejat Eczacıbaşı, Hüsnü Özyeğin iş dünyasında bu işi şiar edinmiş değerlerdir. Liderlik ve yönetimin kaynağı, doğru ve güçlü eğitimden geçer. Doğu ve Batı kültürüne aşina olmaktan geçer.
C.K.- Seninki de yazmaktan geçiyor değerli dostum.
K.S.- Sait Faik der: ”Yazmasaydım deli olacaktım.” Ben delirmemek adına yazıyorum. Umudum var.
C.K.- Yeni kitabında başarılar, bol satışlar diliyorum. Aynı zamanda bizim ailemize de köşe yazarı olarak katılmış olman sevindirici. Başarılar diliyorum.
K.S.- Bizim çileli şairimiz büyük Akif der ki: “ Adam aldırma da çek git, diyemem / Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.” Yazarlık hele ki köşe yazarlığı biraz bu düsturdan hareketle yazılmalı. Umarız sevenlerimizi utandırmayız. Bu soğuk Ankara gününde, İstanbul’un ılıman iklimini getirdin. Özlemişiz sohbeti Cemalciğim. İstanbul’da Caddebostan sahilinde öğlenleri yemeğimiz yer sohbet ederdik. İstanbul’a geldiğimde aynı yerde olalım.
C.K.- Ne demek, keyifle.

















Prof. Dr. Üstün DÖKMEN ile Söyleşi

Sayın Hocam ilk sorum şu: Her zaman zirvede kalmayı nasıl başarıyorsunuz?

Sürekli yenilemek. Sürekli seminerler verdiğim için ortalama 2-3 ayda bir yenilik yapmaya fırsat bulurum. Yıl içinde ise bu %60’ı bulur. Kendini yenilemek, çağı izlemek gerekiyor. Bir iş adamının da zirvede kalabilmesi için kendisini yenilemesi gerekiyor. Tüm canlılar içiresinde bir tek insan dünyanın her yerinde yaşayabilir. Çünkü uyum sağlıyor. Moreno’nun ünlü sorusudur: Whoshallsurvive (Yarına kim kalacak)? Yarına özetle uyum sağlayan kalacak. Bu da değişimin virgül değişimin sürekli müşterisi olmak demektir. Uyum sağlamak demek, kendi şahsi değerlerinden taviz vermek demek değildir. Köle efendisine uyum sağlıyordu. Kendi değerlerinden taviz vermeden şartlarla uzlaşmak uyum sağlamaktır. “Var Olmak Uzlaşmak Gelişmek” adlı kitabımda şunu dedim: Uyum tek yönlüdür. Uyumlaşmak da çift yönlüdür. Uyumlaşma olmalıdır. Selamlaşma gibi … Fabrikaya 3 kişi aldık. Bu 3 kişi 5000 kişilik fabrikanın kurallarına uyum sağlayacak ama o 5000 kişi yeni gelen 3 kişiye uyum sağlayacak. Bir tık gelişecek… Her kişiye fabrika bir milim uyum sağlarsa fabrika gelişir mi?

Gelişir.t

Gençler geliyor. Pırıl pırıl… Fabrika ondan bir şeyler alacak o da fabrikadan bir şeyler alacak. Sinerji diyoruz buna! Bu mantıkta olunduğunda sadece ben değil, herkes zirvede kalacaktır.

Başarılı bir eğitimcinin nitelikleri konusunda neler söyleyebilirsiniz?

Bu eğitimci okulda olabilir, firmada olabilir… İlk olarak, gelişmiş ve gelişmeye müsait, sürekli gelişen insan olmalı. Çağı izlemeli okumalı. Ömer Seyfettin “Efruz Bey” adlı hikayesindeEfruz Bey adada bir okul açar. “Okutan okumaz” yazmış. Öğretmen olup da okumayanlarla dalga geçiyor bu öyküde. Herkes okumalı! Sosyal bilimci fizik bilecek, fizikçi de tarih, sosyoloji bilecek. Relativizmi, Öklit teorisini bilecek, uzayda iki nokta arasında en kısa mesafe bir eğridir mesela! Sosyal bilimler alanında çalışan birisi göreceliği bilecek. Sadece fizikte değil; sosyal bilimlerde de olduğunu bilecek. Bir zamanlar öğretmen evlerini gezmiştim. Hepsinde oyun salonu var; okuma salonu yok. Öğretmen kağıt oynamaz, okey oynamaz. Öğretmen o süreyi okuyarak geçirecek. Bu nedenle satrancı bıraktım. Zekayı arttırabilir ama fazla zeka akla ziyan. Ünlü bir söz var: Herkesten akıllı ol ama kimseye söyleme. Eğitimci okumalı, kendini geliştirmeli, EQ’su olmalı. Duygusal zeka olmadan mağaza bile işletemezsiniz. Müşteri kaçar. Empati kurabilmeli. Eğitimci bu çok kolay diye anlatmamalı. Bu eğitimciye göre çok kolay olabilir. Eğitimci çok kolay derse empati kurmamış olur.

Daha önce izlemiş olduğum bir oyununuz vardı, “Komşu Köyün Delisi” oradan yola çıkarak TRT’deki programlarınızda hep şunu gözlemledim.Tiyatral bir yeteneğiniz var. Bu  eğitimcinin nitelikleri arasında önemli olmalı diye düşünüyorum.

Tiyatral yetenek, mizah eğitimde şarttır. Ben bunu içimden geldiği için yaptım. İlkokulda Moliere’in tüm oyunlarını okumuştum. Ardından Aziz Nesin’in “Kazan Töreni” ve “ Fil Hamdi Aranıyor” onları okudum. Üniversitede ders anlatmaya başladığımda ciddi anlatırsanız öğrenci nezaketen dinler. Konuyu espriyle anlatınca daha iyi anlıyor, daha iyi öğreniyor. Araya Karadeniz fıkrası sıkıştırmaktan bahsetmiyorum. Fıkra örneğin yerine uygun olduğunda değer taşır. Haydi bir fıkra anlatayım diye olmaz. Çağdaş  Nasrettin Hoca olmak lazım. Bilgedir ama komik değildir. Hata yaptığımızı anladığımızda güleriz. Hata yapan hem güler hem de özür diler. Atkısını düşüren bayan azıcık güler. Ve aslında kendinden özür diler. Gülmek öğrenmek demektir. Şirkette bir kişi iletişimde yaptığı hatayı görünce güler. Yüzleşiyor çünkü.

Şirketlerde çok sık yaşanan eğitim sorunlarından birisi de mizah eksikliği belki de… Sürekli eğitim alan ve o eğitime metazori katılan çalışan bir nevi eğitim ortamında soğutuluyor. Mizahı etkili kullanmak da katılımcıyı eğitim ortamına kazandırmak açısından kullanılacak yöntemlerden birisi olmalıdır.

Aynen, şimdi konu mizahi hale gelmeli. Mizah bize daha iyi öğretir. Bektaşi komik değildir, bilgedir. Bir espri yapar vayy dersiniz. Otellerde eğitime gidersiniz. Kocaman bir perde her yer karanlık, ruh karartıcı… Sürekli projeksiyon bunaltır. Arkadaşlar perdeyi açalım derim ilk önce (Bu arada pencereden evin kedisi Arı geldi. Hoca, pencereyi açıp içeri aldı. Sohbet biraz onun üzerine şekillendi. Arı için şunu diyebilirim. Ahmet Hakan’ın Sekter’inden daha besili… ) Dikkatiniz dağılır kavramı yanlış bir efsanedir. Bize küçük yaştan itibaren ciddiyet aşılanır. Sürekli bana bakan izleyici biraz da Bey Dağları’na bakabilmeli. O keyfi yaşayabilmeli. Yaşamı çok fazla ciddiye alırsak yaşam bizi ciddiye almaz. Orta düzeyde ciddiye almak gerekiyor. Çan eğirişi gibi, tüm uçlar iyi değildir. Ben içimden geldiği gibi davranıyorum. Psikodrama da bildiğim için kolay oluyor. Birbirimize önyargı ile yaklaşırsak diyalog kuramayız. Ben onun dibini bilirim diyen bir kişiyle konuşacak konunuz yoktur.

Leb demeden leblebiyi anlarım diyor ya…

Leb tamam sus anlaşıldı, leblebi diyeceksin. Ama adam ya leb-i derya diyecek ya lebalep diyecek…

Kurumsal eğitimlerde yaşanan birkaç problemi sizinle paylaşmak istiyorum. İlki, eğitim adı altında içeriği boş, sabun köpüğü etkinlikleri, ikincisi de eğitimcinin anlattığı konuda uzmanlaşmamış olması. Diğer taraftan kişisel gelişim adı altında kişiliğin fazlaca şişirildiği ve gerçeklikten yoksun fala inanma falsız kalma dercesine etkinlikler ile bilimselliğin dışına çıkan çoğu kez eğitbilim ilkelerinin esamesinin okunmadığı toplantılar konusunda görüşleriniz nelerdir? Ülkemizde her şeyin zeminini kaybeder hale geldik. Bilgi de bunlardan en önemlisi!

Doğru tespit. Hocam, meslek kirliliği var artı bilgi kirliliği var. Benim doktora tezim beden dili ve duygusal ifadelerin çözümlenmesi üzerinedir. Ama dışarıda üç dört kitap okuyan biri ben beden dili uzmanıyım diyebiliyor.

Sizin bir seminerinize katılmıştım. Orada beden dilinin halen bilimsel altyapı açısından yeterli olmadığını dile getirmiştiniz. Hatta bir örnek de ben vereyim. Yıllar önce bir teknikerin beden dili uzmanı olarak kendisini tanıttığına da müşahit olmuştum.

Eğer beden dili başlı başına çözüm olsaydı uluslararası anlaşma yapacak şirket iki beden dili uzmanı alır bu işi bitirirdi. Beden dili sihirli bir değnek değil.

Shekeaspeare’inHamlet’e söylettiği güzel bir söz vardır: “Öz olmayınca söz yükselmiyor göklere.”

Aynen. Şirketlerin bazısı, iş alımında astroloji uzmanı kullanıyor. Ya da şu ihaleye gireyim mi girmeyeyim mi? Böyle bir şey olamaz. Şirketin öncelikle pozitif bilim bakış açısını öğretecek eğitimler alması gerekiyor. Ve uzmanın da astrolog değil, yetkin olması gerekiyor. İletişimi anlatan teknik eleman olmaz. Bunun için ya iletişimci olacak ya psikolog olacak. Şöyle bir tehlike var Türkiye’de: Herkes öğretmen, herkes psikolog… Finlandiya’da sadece öğretmenler eğitimcidir.

Kitapların da içerik açısından bir tutarlılık taşıması gerekmiyor mu? Yıllar önce kuantum fiziği konusunda 500 sayfaya yakın bir kitap okudum. İlginçtir altını çizebileceğim tek bir cümle bulamadım.

Kuantum mutluluk mu? Onlar fake kitaplar. Ben liseyi bitirdim puanlarım yüksekti. Puanı ziyan olmasın diye Hacettepe Fizik Mühendisliği’ni 3 sene okudum baktım ben ziyan olacağım. Fizik kötü değil, bana uygun değildi. Kuantumu anlatabilmek için matematik bilmelisiniz. Fizikçi olmayan birinin kuantumu olmaz. Kuantum yemek kitabı yazın, kapış kapış gider. Ispanağı moleküllerine ayırın alın size kuantum.  Bu iş böyle olmaz. Bir defa kişisel gelişim kitapları… Sevgili okuyucular bir iki tanesi yeter. Bir tane Üstün Dökmen’den, bir tane Doğan Cüceloğlu’dan, bir tane yabancı Covey’den… yeter! Asıl roman okuyacak, film izleyecek. İnsanı tanımak için Harp ve Sulh’te 500 kahraman var. Dostoyevski’de kıyamet gibi, Hüseyin Rahmi’de kıyamet gibi kahraman var. Kişisel gelişim kitaplarıyla sanat olmadan bir şeye varamazsınız.

Hocam önemli bir konuya temas ettiniz.

Sanatı eseriyle okundu mu altı var derinliğe gidiyor. Saksıdaki çiçek gibi değil… Toprağa tutunuyor. Yönetici mi lider mi? Yarım saat benden dinlesin yeter, bir kişisel gelişim kitabı okusun yeter. Üstüne “Kutba Yarış” kitabını okusun. Albay Scott’la, Amutsen var. Albay Scott yönetici. Amutsen ise lider. Üstüne “Emret Bakanım”da on bölüm izle dört dörtlük bir yönetici. Habirehabire kitap okuyana kadar sanat eğitmek içindir. Sanat yoluyla öğrenmek yeterlidir. Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerini, ahlak için Sefiller’i… 20 yıl kişisel gelişim okunmaz. Klasik yönetici Scott aman laf gelmesin diyor ama Amutsen liyakate dikkat ediyor ve kazanıyor.

Atatürk’ün liderlik dehasının altında da sanat yeteneği vardır.

Ve empati var. Amiral Liman VonSanders diyor ki Çanakkale’de düşman güneysen saldıracak. Atatürk ise bir yarbay. Empati kuruyor ve İngiliz’in yerinde olsam kuzeydeki koydan çıkardım, diyor. Şimdi oraya Anzak Körfezi diyoruz. Savaş başladı önce güneyden şaşırtma taarruzu yaparlar ve Amiral mutludur ama Atatürk halen kuzeyde İngiliz’i beklemektedir. Ve dediği çıkar.

Anzaklara Atatürk’ün söylediği meşhur empati harikası vardır.

Sizin çocuklarınız artık bizim çocuklarımız diye dile gelir. Dünyada savaş sırasında eğitim şurası toplayan tek liderdir. Şu özgüvene bak. Düşmana olan karşı savaşı kazandık. Şimdi asıl savaşımız başlıyor, cehaletle mücadele! Bunu kimse diyememiştir. Cem Kozlu’nun yaptıklarını okumak gerekiyor.

Evetevet çok başarılı!

JackWellch General Elektriğin eski CEO’su ben sadece coşkuyu yarattım diyor. Helva için un yağ şeker gereklidir ama yeterli değildir. Helva için bir de heves gerekir. Lider motivasyon, heyecan yaratır. Bağıra çağıra iyi bir lider olunmaz. O nedenle roman okuyacağız.

Romanlardaki karakterler insanı tanımada bize yol gösteren en kanlı canlı rehberlerdir. Roman okuyan hem insanı tanır hem de yaratıcılık konusunda kendisini geliştirmiş olur. Bunun en çarpıcı örneği, büyük Taarruza 3 gün kala Atatürk’ün gece İsmet Paşa’ya: İsmet, Çalıkuşu romanını okudum tavsiye ederim, demesidir. Savaşan bir general diğer taraftan roman okumakta ve önsezilerini de geliştirmektedir. Hocam YÖNDER konusunu açmak istiyorum. Çok değerli güzel çalışmalarınız var. Kurucusu olduğunuz bu eğitim kurumu hakkında bizleri bilgilendirir misiniz?

Önce Üstün Dökmen akademisiyle başladım. Çevreden talep geldi ortağımla anaokulu kurdum. Ankara’da bir tane kısa zamanda 6, 12, şimdi ise 42 adet “Küçük Şeyler Anaokulu” kuruldu. Veliler ilköğretim istedi ve ardından ilköğretime de geçtik. Bu gün tüm şehirlerde aynı mönüyü yavrularımız yiyor. YÖNDER kurulduktan 4,5 yıl sonra IB sistemine geçtik. Çocuğunuz Belçika’ya, Kanada’ya gittiğinizde oradaki 4080 IB okulundan birine sınavsız geçebiliyor. Çünkü sürekli denetleniyoruz. 3 dil var. 1. Türkçe, anadilini iyi öğrenmeden matematik hiç öğrenemez.

Tam isabet Hocam!

İngilizce ve ardından İspanyolca öğretiyoruz. Finlandiya eğitim sistemini inceledik, gittik gözlemledik ve baktık ki bizden farklı değiller. Zengin güzel bir programımız var. Bakın sizinle röportaj için bu kravatı taktım. 5. Sınıf öğrencime sordum bu kravat ne anlama geliyor? diye. Kendin ol dedi. ( Kravatta tüm koyunlar beyaz bir tanesi siyah ) Çok farklı olup havaya girersen nazik olmaz. Farklı olacağız ama insanlarla uzlaşacağız, iyi olacağız. Dünyada çok ben diye dolaşılırsa tehlikeli olur. Son romanım “Sağdıç” Cümlemiz bir cümleyiz. Cümlemizin bir cümle olabilmesi için neye ihtiyaç var? Sağdıçlar damadı korur. Asıl amaç odur. Sağdıç’a niye gerek var? Çünkü, cümlemiz bir cümle değiliz. Sağdıça gerek olmasın. Herkes farklı olmalı ama iş konusunda asgari müşterekte bir cümle olmalıyız.

Efradını cami, ağyarını mani, derler.

Harika, bir ağaç gibi müstakil ama dışarından bakıldığında bir orman gibi gözükmeli. Bir cümle olmamızı sağlayacak temel faktör azizim pozitif bilimdir. Dinlerde bile mezhepler var. Diller farklı farklı… Sen benim bilimime giremezsin diyemezsiniz. Bir film vardı “Yabancı Damat”, ilik arandı o filmde Yunanlı’dan çıktı. Halide Edip’in sözü halen geçerli. Sultanahmet Mitingi’nde: Devletler düşmanımız, milletler dostumuz. Bunu iyi bilmek gerekiyor.

Üstün Dökmen’in bir günü nasıl geçer? Hobileri nelerdir?

6 yaşında tiyatro yazmaya başladım. Kütüphaneyi boşalttım ve tiyatro sahnesi kurdum. Annem avukat ve edebiyat öğretmeniydi. Fuzuli’nin bir şiirini söyledi: İlimsiz şiir temelsiz duvara benzer gayet itibarsız olur. Temelinde bilim bulunmayan şiir, sanat yıkılır. Bir bilim öğren öyle sanatla uğraş dedi. Annemi dinledim ve pozitif bilimde profesör oldum. Bir süredir kişisel gelişim alanında yazmayı bırakıp roman yazmaya başladım. 8 roman , 10 tiyatro, 2 şiir kitabım, 1 de “Ankara Destanı”m var. Ankara üzerine yazılmış en uzun şiir. Çoğunlukla okullarımıza gidiyorum. Seminerlerim oluyor, Tv programları oluyor. Bunun dışında boş günümde erken kalkıyor, yazıyorum. Öğlen kısa bir yürüyüş akşam da kitap okuyorum.

Zengin bir kütüphaneniz var.

Eşimle birlikte müzik dinliyoruz. Yemeği, yürümeyi ve çalışmayı severim. Bir de kedilerle oynamak…

Hocam 3 dilekte bulunsanız sıralaması nasıl olurdu?

Ülkemin esenliği,
Dünyanın barış içinde olması,
İki kızımın evliliklerinin keyifle sürmesi, torunum olması ve Zehra’yla akşamları kitap okuyup müzik dinlemek.
Hocam, 2009’da bir seminerinize katılmıştım. Orada beni bir uygulama için sahneye davet etmiş ve “çok dikkatli dinliyorsunuz, sizi sahneye alalım” demiştiniz. O tarihten sonra öğrencilerime hep şunu söylerim. “Benim dinleme alışkanlığımı Sayın Dökmen tescilledi. Dinlemek en büyük erdemdir.” Peki siz, dinleme konusunda son olarak bizlere ne tavsiye edersiniz?

Dinlemiyoruz. Açıkoturumda kimse kimseyi dinlemiyor. Herkes konuşuyor. Amirler genelde personelini şöyle dinlerler : “Ahaahaa aha” Hocam böyle bir atmosferde dinleme olmaz. Önyargılı dinliyoruz. Kötü dinliyoruz, pasif dinliyoruz. En iyi aktif dinleyenler Japonlar’dır. Harika dinlerler. Çok kötü dinleme şeklimiz var. Biri bir şey söyledi. Ona verecek cevap buldunuz ve o cevabı tekrarlar durursunuz. Zihinde tekrarlar mesajların teğet geçmesine neden olur. Yağmur şakır şakır yağarsa köylü sevinmez. Babam dökümcüydü bakın şu yukarıdaki heykeli yaptı. Aynı zamanda dedemin çiftliği vardı. Iğıl ığıl yağmur toprağa fayda sağlar. Bazen iletişim fastfood olabilir ama bazıları da ahenkli olmalı lezzete varmaktır. Dinlemedik mi tek göze bakarız. Her iki göze de bakılıyorsa dinliyordur.

Hocam bu güzel sohbet için çok teşekkür ederim.

Çok sağ olun. Çok iyi bir dinleyicisiniz.

Söyleşi : Kamil SÖNMEZ

NOT: Üstün Hoca, çok enerjik ve iyi bir dinleyici.Evin her katı kütüphane gibi. Sanat eserleri, validesinin ve babasının tablo ve heykelleri ile zenginleştirilmiş, iki çok tatlı kedisi, Zehra Hanım’ın fotoğrafçılığı, kadın hakları konusunda yazarlığı ve Üstün Hoca’nın yüksek nezaketi ile pozitif bakış açısının okuyucularımızla paylaşılması gerektiği düşünülmüştür.







Prof. Dr. Veysel SÖNMEZ

Eğitim bilimlerinin yaşayan duayeni hocaların hocası, değerli hocam hoş geldiniz.

Hoşbulduk.

Sayın Hocam, kısaca yaşam öykünüzden bahseder misiniz?

Karadenizliyim, çocukluğum babamın işleri dolayısıyla üç şehirde geçti: Ağrı, Artvin ve Erzurum’da geçti. Varsıl bir ailenin çocuğuydum, okuma fırsatı edindim. Babam tüm kararlarda benimle birlikte hareket eder ve beni desteklerdi. Demokrat bir babam vardı. Başarılı bir öğrencilik sonucunda Cilavuz Köy Enstitüsüne yazıldım. Oradan mezuniyetle birlikte çeşitli illerde öğretmenlik yaptım. Ardından İstanbul Üniv. Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünü bitirdim, Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesinde Yüksek Lisans ve Doktoramı tamamladım. Benim bu noktaya gelmemde en büyük emeklerden birisi kuşkusuz Prof. Dr. Selahattin ERTÜRK’tür. Hacettepe Üniversitesinde hocalık ve emeklilik, halen Kıbrıs Yakın Doğu Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışıyorum.

Hocam, onlarca kitabınız var. Her biri diğerinden değerli başyapıt niteliğinde, bu kadar büyük bir deneyimin ardından bir eğiticinin nitelikleri neler olmalıdır, diye sorsam bize neler söylersiniz?

Benim ölçütlerim sadece eğiticiler için değil; tüm meslek dalları için ölçütlerdir. Alanının çağdaş bilgi seviyesine ulaşacak, sadece bilgiye değil beceri ve uygulamayı da yapabilecek. Örneğin bir matematikçi; matematiği bilecek sonra da matematiğin öğretimini bilecek, bunu sınıf ortamında da uygulayabilecek, gösterecek ve karşılaştığı sorunları çözebilecek. İkinci olarak sürekli kendini yenileyecek. Yaşamda saniyede altı buluş yapılıyor genç. Ben bir saniye önceki bilgilerimle yaşayamam. Sürekli alanıyla ilgili kendini yenilemelidir. Üçüncü özelliği, problem çıkartıcı değil, problem çözücü olacak. Bunun için de, bilimsel, sanatsal, felsefi yöntemleri etkili bir şekilde yaşama uygulayabilecek. Problem yaratan insan olmaktan çıkmalıyız.

Çok isabetli Hocam.

Dördüncü özelliği çağdaş, bilimsel, sanatsal, felsefi anlayışı yaşamına geçirecek. Milattan önceki değerleri değil! Tiyatroya gidecek, sinemaya gidecek, panellere gidecek, dergi okuyacak. Beşinci özellik, etik değerlerle donanık olacak. Vatanını sevecek.

Sevgi deyince aklıma “Sevgi Eğitimi” kitabınız geliyor.

Etik değerlerle donanımlı olmayan kişi atom bombasından daha tehlikelidir. Her şeyi, çıkara, mevkiye bağlamışsa bu insan tehlikelidir. Alanı bilse ne olacak? Yetişmiş insan etik değerlerle donatılmalıdır. Verdiği sözü tutmalıdır her şeyin başında. Kurumlar için bu çok önemlidir. Altıncı olarak, eser ortaya koyabilmelidir. Karşılık beklemeden bilgilerini paylaşabilmelidir. Bir resim olabilir, bir fabrika olabilir, bir model olabilir… Son olarak da yeni ürünler ortaya koymak yani sentez yapmaktır. Eğitim seviyemiz yükseliyor ama etkili değil. Yani öyle olsaydı en dürüst insanlar en iyi eğitim alanlardan çıkmalıydı. En çok yalan söyleyen, en çok boyun eğen insanlarımız ise maalesef en fazla eğitim alanlar arasından çıkıyor.

Bir konuyu öğretmek istediğinizde, örneğin; müşteri ilişkisini çalışanıma öğreteceğim, bunun için nereden başlamam lazım?

Önce şirketlerin bir AR-GE biriminin olması lazım. Sonra nasıl hizmet götürüyor, kime götürüyor sorularına karşılık bulmak gerekiyor. Hizmet götürdüğü ihtiyaç ne? İhtiyacı belirlemeden herhangi bir planlama yapamazsınız. Benim müşterilerimin neye ihtiyacı var? Onun bilimsel araştırmalarla belirlenmesi lazım. Biz bu ihtiyacı nasıl gideririz? Bu da bilimsel bir yolla çözümlenmek zorunda. Bizim ihtiyacımız sözgelimi hijyen konusunda olsun. Müşteri bu konuda sıkıntılı. İşte bunları belirledik mi nasıl gidereceğimizi buluruz. Eğitim burada karşımıza çıkıyor. Üretimden tüketime kadar her basamaktaki problem farklıdır. Her basamak için ayrı bir öğretim programına ihtiyaç vardır. Probleme göre program düzenlenir. Bütün bunları çözdüğümüzde bu işi yapacak yetkin kişiyi bulmamız lazım. Bir işi de olabilir, heyet de olabilir. Problemi çözecek kişide lafa bakılmaz. Çöz arkadaş dersin çözer, çözemiyorsa laf kalabalığına imkan vermemek gerekir. Siz ona küçük bir model vereceksiniz. Yapıp, çözüp, gösteriyorsa o kişi doğru kişidir. Bizde güzel söz söyledin mi bilin ki o kandırmaya dayanır. Bilimle ilgili sözler acıdır, serttir.

Programı oluşturduk diyelim, planlama nasıl yapılmalı peki?

Planlamayı eğitim uzmanları yapacak. Bunların dışında mutlaka o alanı bilen birisi olmak zorundadır. Eğer alanın uzmanı bir de eğitimciyse işte orası fevkalade başarı sağlar. Hem alanı biliyor hem de eğitimi biliyor. Çok önemlidir burası. Diğer konu da ölçme-değerlendirmenin farklı kişilerce yapılmasıdır. Eğitimciden bağımsız birileri olmak zorundadır. Çünkü hem eğitimi ver hem değerlendir bu kısımda duygusal faktörler yer alır. Eğitim öğretim ayrı değerlendirme ayrıdır.

Yani buradan şunu anlıyoruz. Ölçme-değerlendirme uzmanı en az eğitici ya da alan uzmanı kadar konuya hakim olmalı ki doğru değerlendirme yapabilsin, doğru sorular sorabilsin.

Anasını kaçıran kadı, davaya bakan kadı, diye bir tabir vardır Anadolu’da durum aynen böyle oluyor eğer bir ayrım yapılmazsa. Tarafsızlık şart. Şimdi hangi hedeflere ulaşacağız bunun yanıtını bulmaya çalışalım. Hedef bir kişinin ulaşmak istediği nokta. Kazanım ise, bu hedefin sonunda elde ettiğimiz sonuç. Kazanım aslında bir öğrenme çıktısıdır. Gözlediğim, ölçtüğüm değerlere bakarak ben bir değerlendirme yapabilirim.

Hedefleri dört alana göre belirledik diyelim.

Bilişsel, duyuşsal, sezişsel, devinişsel alanlardan duyuşsal alan çok önemli. Hedefler en az uygulama düzeyinde olacak. Yani mutlaka uygulama yapılacak. Bilgi gereklidir ama önemli değildir. Bilginin ne’liğini öğrenirsin. Bu çok önemli değildir. Asıl önemli olanı sizin o bilgiyi yaşamda gösterebilmenizdir. Bilgiye 1 saat ayıracaksan uygulamaya 8 saat ayıracaksın. Diyelim ki müşteriyle sağlıklı iletişim kurma, bunun bilgi düzeyi maksimum 1 saat, kavrama düzeyi 1 saat, uygulama ise sınırsız.

Öğretme yöntemleri içerisinde uygulamayı esas alan teknikeri daha ön plana çıkardığınızı görüyorum. Simulasyon gibi örneğin.

Tabii, her kazanımı kazandırmada yöntemler, teknikler, taktikler vardır. Bilgi için, kavrama için farklı, uygulama içinse mutlaka yapıp gösterdikten sonra öğrencinin yapıp göstermesi şarttır.

DEMO yöntemi yani.

Evet Demo olacak ama öğreneni azarlamadan iyi iletişim kurarak bu süreç gerçekleştirilmeli, öğrenenin yapıp göstermesi sırasında sabır gösterilmelidir.Diğer basamak ise, hedef veya kazanımları yazacak, ardından içeriği düzenleyecek. Bitmedi bir de eğitim durumlarının düzenlenmesi gerekir. Burada mutlaka çok değişik, öğrenenin etkin katılımını sağlayan ortamlar oluşturmalıyız. Sıkılmayacak, hoşlanacak… eğitici bir orkestra şefi gibi kimden ne ses çıkacağını bilecek ve yönlendirecek.

Aklıma Gardner’in Çoklu Zeka Kuramı geldi. Bahsettikleriniz biraz onu çağrıştırdı.

Bunu ilk defa çözen Köy Enstitüleridir. Benim “Dizgeli Eğitim” kitabım da buna uygundur. İnsanın tek zeka yapısı yok. 8 tür zeka var, siz bunlara göre eğitim ortamı hazırlamalısınız. Gardener’da bunun uygulaması yok.

Evet yok.

Benim kitabımda var. Benim savunduğum sistemde yeri gelir düz anlatım, yeri geliş sunuş, yeri gelir güdümlü öğrenme olur, yeri gelir örnek olay olur, yeri gelir çoklu zekanın özellikleri olur, yeri gelir deney olur. Planlamacı uygun yöntemi bulabilmelidir. Benim Köy Enstitülerinde matematiği öğreniş şeklimi anlatayım sana genç. Öğretmen geldi bugün ağaç dikeceğiz, dedi ve araziye götürdü. Nasıl dikeceksiniz, dedi. Belli aralıklarla dikeceğiz, dedik. Nasıl karar vereceksiniz, dedi. Orada alanı hesaplamayı öğrendik. Orada metreyle ağaç aralıklarını ölçmeyi öğrendik. Gerçek bir alan problemi çözmüş olduk. Hangi ağacı dikeceğiz, dedik. Araştırmaya başladık kütüphanede yetmedi, ağaç işleri öğretmenine gittik. Hangi ağacın ne kadar yetişeceği, toprağı, suyu hepsini öğrendik. Al sana biyoloji, coğrafya… arazinin ağaçlandırılması kararının da öğrenciler alıyor bu arada. Al sana demokrasi, vatandaşlık bilgisi… Halen o arazinin boyunu hatırlarım 1850 metre eni 750 metreydi. Bakınız işte bir öğrenme, kalıcı öğrenme… Kazdık, diktik, suladık. Al sana beden eğitimi dersi… 3 gün sürdü ve sonunda sınıfa girdik. Resim dersinde dediler ki diktiğiniz ağaçların nasıl olacağını hayal edin ve resmini çizin. Bizden çok büyük ressamlar yetişti. Bu yaptıklarınızı öyküleyin. Yazdık… Dediler ki bu öyküyü dramatize edin, ettik, oynadık. Resim, edebiyat, tiyatro ve üstüne bununla ilgili şiir yazın besteleyin, şarkı söyledik. Al sana müzik… Bununla ilgili slogan yazın, dediler. “Bir ağaç bir hayattır.” “Bir ağaç milyonarca bir canlıdır.” Gördüm çünkü öyle! Afiş hazırladık.

Hocam bunlar Gardner’ın teorisinin uygulamaları, yani Gardner bulmamış oluyor biraz. Çünkü 1995 teorinin ortaya atılması. Sizin verdiğiniz tarih, 1940’lar. Aklıma hep İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu gelir. Onun oyunla öğrenme üzerine düşünceleri birçok yabancı eğitim bilimcinin önündedir. Belki de ilktir.

Evet. Bütün bunlardan sonra sizler ağaçların dikilmesi, her yerin yeşillendirilmesi için bir teori oluşturun. Köy Enstitüsü bu…

Burada takım oyunu, liderlik, demokrasi, birlikte öğrenme, paylaşma vb. değerler de öğretilmiş oluyor.

Gelip Gardner’ı benim üzerime sürmeyin, diyorum o nedenle. Aklıma geldi, tüm bu süreçlerin sonunda öğrenme çıktıları ele alınıp değerlendirme yapılmalıdır. Yani alanı hesaplama, şiirin hangi ölçüyle yazıldığını bilme, bitki biliminin esaslarını öğrenme vb. durumlar çıktıdır.

Eğitimde her şey mümkün mü?

Eğitim bir sihirli değnek değil. Bütün olayları açıklayabilecek tek bir değişken yok. Özellikle bugünkü bilimde böyle bir şey yok. Eğitim tetikleyici bir değişkendir. Yapılan bilimsel araştırmalar diyor ki, ekonomik kalkınmayla bilim arasında %30 ila %70 bir korelasyon var. Teknoloji ilerledikçe bilimin ve eğitimin kalkınmaya ve problemleri çözmeye yönelik korelasyon katsayısı artıyor. Tutarlı bir eğitimle kalkınmaya %70 etki edebilirsiniz demektir. Bunların dışında %30’luk değişkenler olabilir. Yani ülkenin yer altı zenginliği olabilir. Bu da sizi eğitim olmadan da kalkındırabilir.

Arap ülkeleri gibi.

Evet, iç ve dış siyasi değişiklikler olabilir, n eksi 1 kadar değişken olabilir. Bu değişkenin içinde eskiden en önemli değişken ekonomik değişkendir, derler. Ekonomik büyümeyle eğitim arasında büyümeye bakıldığında para tek başına yeterli olmuyor. En önemli girdi aslında  eğitilmiş insan profilidir.

O halde bir işletmede karlılıktan öte insan sermayesi de çok önemlidir, diyebilir miyiz?

Alman ekonomisinde eğitimin korelasyonu %92’ye vurmuş. Gerisini siz düşünün artık. Eğitilmiş insan sermayesinin sonuçlarından birisidir bu. Teknoloji satıyor adam. Artık bilgi satılıyor, ürün değil. Projeyi satıyor… Öyle sanıyorum ki bu korelasyon gelecekte %96’yı bulacak %100’e yaklaşacak.  Man power bu! Biz halen milattan önce şuyduk, Osmanlı’da buyduk, diye konuşup duruyoruz. Tamam onlar atalarım, gurur duyarım. Ben bunu dışarıda gördüm, adam Hitler’i bile sahipleniyor. Sahiplenmek ayrı geçmişte yaşamak ayrı. Öyle olsa Almanlar bu noktaya gelmezlerdi. Bizdeki kendini yenileyemeyen insanla nasıl teknoloji satacaksınız? Mümkün müdür sevgili yavrum?

Hocam, son olarak bize diyecekleriniz nelerdir?

Üç ilkem var: Bilim, sanat ve felsefeyi temele alacaksınız. Bunun üzerine, insan, doğa sevgisini hukukun üstünlüğüne oturtacaksınız. Tek başına bilim derseniz canavar yetiştirirsiniz. Tek başına sanatı alırsanız duyuşsallık sizi yıkar. Tek başına felsefeyi alırsanız hayal dünyasında yaşarsınız. Hukuk da tek başına yetmez. Hukukun üstünlüğü insan ve doğa sevgisine dayanır. Bunlar yoksa Hitler hukuku, Stalin hukuku gibi örnekleri çoğaltabiliriz. Onlar da bir hukuk sonuçta.İtiraz bile edemezsiniz.

Sayın Hocam, sizi bu denli güçlü kılan özellikleriniz sohbete de yansıdı. Entropiye, biyolojiye merakınız ve eğitim almış olmanız, ki kitaplarınızda bu yönünüz beni çok etkiliyordu, söyleşi öncesi öğrenmiş oldum. Edebiyat ve sanata düşkünlüğünüz, felsefe tahsili yapmış olmanız ve bir öğretmen olarak sonrasında eğitim bilimleri profesörlüğüyle ülkemize, bilime hizmet etmeniz, yeri doldurulamayan kitaplara imza atmanızdan dolayı size minnettarız.

Değerli genç, beni en çok üzen şey ise, Amerika’dan, Japonya’dan benim çalışmalarımı öğrenmek için irtibata geçilmesine rağmenülkemizdeki sessizliğe anlam vermekte zorlanıyorum.

Bir söz var Hocam, hiç kimse görmek istemeyenden daha kör olamaz. Saygılarımla!

Hiç yorum yok