Arabayla Avrupa Seyahati 11 Ülke ve Özgürlüğe Dönüş Türkiye
İnsanın
içgüdüsel bir devinimi hep Batı’ya ulaşmak, güneşin izini takip etmek. Belki de
bu yüzden bu yaz tatilinde rotamız, Avrupa’nın daha da içlerine, dokusuna
yönelmek, yeni keşifler yapmaktı. Sırasıyla; Bulgaristan, Sırbistan,
Hırvatistan, İtalya, Fransa, İspanya, Almanya, Avusturya, Macaristan, Romanya
on bir ülke gezilecekti. Otomobille
seyahati sevmemin gerekçesini şöyle özetleyebilirim. İstediğim yerde durabilme
özgürlüğü, bilinmeyeni farklı açılardan keşfetmenin yanı sıra bölgenin insanını
yakından tanıyabilmek. Şeytan ayrıntıda gizlidir derler ya, bam telidir bu. Bu
sefer büyük bir minibüsle seyahati planlamış olduk. Böylece dinlenme aralarını
uzattık, çayımızı kahvemizi yudumladık. Arada kestirme imkanı elde ettik. Türk
soydaşlarımız karşıdan gelirken biz Kapıkule’deydik. İlginçtir, ilk defa gece
geçmiş olduk ve hiçbir sıra olmadan Türk Gümrüğü’nde kendimizi bulduk. Saat
kaçta geçeceğimiz belli olmadığı için, muhtemelen arabada sıra bekleriz
düşüncesiyle o sabah için otel kiralamamıştık ama işte minibüs imdada yetişti.
Bulgaristan’a girdiğinizde aşağı yukarı ilk kırk kilometrelik alanda Türklere
ait dinlenme tesisleri, marketler bulunur. Aracımızı çekip orada konaklamış
olduk. Sabahın ışıklarıyla birlikte Sırbistan-Niş yolunu tuttuk. Gece konaklamalarının
tamamını nisan ayı içinde Airbnb üzerinden rezerve etmiştik. Bazı şehirlerde
üç; bazılarında iki; bazılarında da birer gün konakladık.
Planlama yaparken mesafe ve kalacağımız yerin kültürel-turistik özelliklerini
dikkate aldık. Daha önceki gezi yazılarında belirttiğim Bulgaristan, Sırbistan
ve Hırvatistan hakkında detaya girmeyeceğiz. Balkanlara girdiğinizde tabiat ana
sizi elinde çiçek demetleriyle karşılar. Ülkemiz, Karadeniz ve Ege haricinde
neredeyse çölleşmiş durumda. Balkanlarda ve Avrupa’da ise adeta yeşil bir örtü
serilmiş doğaya. Dantel dantel işlenmiş, ağaçlar, çiçekler… Su almak için
gittiğimiz Hırvatistan’daki büyük markette, içeri girer girmez kapandı anonsu
verildi. Saat 19.00’du ama ne fayda hemen kasalar kapatıldı. Lütfen, sadece su
diyerek içeri girdim. Market müdürü olsa gerek önce itiraz etse de bizim esnek
düşünce dünyamıza direnemedi. Kızımı gösterdim, duygu sömürüsü ve ısrar, fayda
verdi. Sadece su ama, deyip içeri girmeme izin verdi. Ülkemizde marketler neredeyse
sabaha kadar açık kalacak ama Avrupa’da
sanki hep kapalılar. Pazar günleri zaten kapalı marketler. Yazının başlığında
belirttiğim ülkemizdeki özgürlük kavramının ilk çinkosudur bu. Hırvatistan,
gezdiğim ülkeler içinde özellikle yaz turizmi için biçilmiş kaftan. İzlediğim
vloglarda turistlerin rotasını Hırvatistan Adriyatik sahillerine çevirdiğini ve
her geçen gün daha fazla cazibe merkezine dönüştüğünü görmekteyim. Gelecekte
Hırvatistan, Akdeniz’de birinci sıraya yerleşecek buna inancım tam. Hırvatistan,
Balkanlara oranla Slovenya’yla birlikte en gelişmiş ülke. Slovenya’yı ilk defa
görme fırsatım oldu. Navigasyonun azizliği bizi dağ yollarına, köylere
yönlendirdi. Öylesine keyifli bir yolculuktu ki anlatamam, yeşil banyosu içinde
modern villalar, dağ evleri köylere inşa edilmiş. Yollar asfalt ve çöpünüzü
dökecek boş bir kova bulamazsınız. Avrupa ülkelerinin neredeyse tamamında aynı
durum var. Herkes evinin önünde üç ayrı renkte (plastik, cam, kağıt, organik
atık) ve kilidi kendinde olan konteynere
sahip. O nedenle başıboş çöp kutusunu hiçbir yerde bulamazsınız. İşte
ülkemizdeki çöp özgürlüğü, istediğin yere atabilme özgürlüğü, çinko iki.
Avrupa’da köy dediğiniz şey aslında bizdeki modern villalardan oluşmuş kent içi
mekanlar gibi. İnsan, onlar köyse bizdekiler ne diye sorup duruyor, bizimkiler
adeta bir mezbele. Tezek kokuları, çamur, vita yağ tenekesine dikilmiş
çiçekler, badanasız, derme çatma evcikler… Özgürlük bu olsa gerek. Çinko üç.
Diğer taraftan, Avrupalı köylü (?), bahçesine, arazisine öylesine bakıyor ki,
adeta birisi eline cetveli makası almış. Tüm doğayı bir berber titizliğinde
traş etmiş. Doğaya saygı, duyarlılık, bilinç üçü bir arada. Kıskanmamak elde mi
ki?
Venedik,
tarihiyle dünya mirasını hak eden bir kent. Yüksek sezonda gidilir mi hayır.
Dünyanın aktığı bu şehirde üzerine 40 dereceye varan sıcak ve yüksek nem sizi
huzursuz edebilir. Tarihi dokusuyla, balçığın üzerine kütükleri çakarak temelini
attıkları şehir, Hun atlılarından korunmak amacıyla ilmek ilmek işlenmiş.
Hunlar da bir teşekkürü hak ediyorlar. Ancak şehir, bu sefer Hintlilerin
istilasına uğramış. Onun için ne yaparlar, orasını bilemem. Girdiğiniz her dükkanda Hintliler ve kısmen
de Uzak Doğulular var. Avrupa’nın büyük kentleri; Paris, Barselona da Hintli,
Çinli, Uzak Doğulu, Afrikalı ve Türkler tarafından ziyadesiyle ele geçmiş
vaziyette. Çok kültürlülük, çok tenlilik, çok dillilik… İleride bu demografik
yapı Avrupa için ne ifade edecek birlikte göreceğiz.
Bu gezide,
İtalya’nın Roma’nın üstünde yer alan doğu ve batı bölgelerini gezme imkanımız
oldu. Yollar gidiş geliş olmasına rağmen çok dar. İtalya bu konuda çok
sıkıntılı. İki şeritli yollarda bir tırı geçmek zorunda kalırsanız dikkatli
olmanız gerekiyor. Özellikle batı tarafı Cenova, sanayisi ile ön planda bir il.
Tırların biri geliyor biri gidiyor ve hepsi çok süratli. Hep diyorum, dünyanın
en iyi şoförleri İtalyanlar. Daracık yollarda, genci yaşlısı ralli gösterisi
sunuyor. Söz arabalardan açılmışken Avrupa’da aracınızı istediğiniz yere park
etme özgürlüğünüz yok. Her yer çizilmiş, yolda nerede duracaksın, nasıl
duracaksın, ne kadar süre park edeceksin, hangi günlerde park serbestisi var?
Her şey planlanmış. Araçları, park yerlerinde keyfe keder park edemiyor,
hepsinde aracın önü yola bakmak zorunda. Acil bir durumda kolaylık sağlamak ve
yoldan rahat çıkmak için tercih edilmiş belli ki. Ama bizde özgürsünüz.
Kaldırıma, otopark önüne, iş yeri özel park alanına her yere istediğiniz gibi
park edebilirsiniz. Çinko dört etti galiba?
İtalya’da
tarih fışkırıyor. Bir de buna doğal güzellikleri eklediğinizde keyifli panoromik
bir seyahatle karşılaşırsınız. Özellikle sahili yanınıza alıp bir yere
gidecekseniz, küçük tatil kasabaları, güzel mimarisi olan tarihi evleri, modern
dokusu size eşlik edecektir. Bizde, eskiye rağbet olsa bit pazarına nur
yağardı şiarıyla tüm ever yıkılır; AVM, otel yapılırdı. Onlarda mimar varsa bizde de kapı gibi müteahhitler var şekerim. Bu kasaba ve köylerin
içinde en hoşumuza gideni Portofino oldu. Sahilindeki küçük meydanı üzerinde
gezinirken 2012’de Andreo Boçelli’nin bu meydanda verdiği o muhteşem konserden
tınıları duyar gibiydik. Rüya gibi bir belde diyelim.
İtalya’dan
Fransız Riviyerasına gidecekler için iki yol karışınıza çıkıyor. Birincisi otoban,
ikincisi ise sahilden, denizle kucaklaşarak gittiğiniz yeşil yol: İmperia,
Sanremo, Menton, Monte Karlo, Monako, Nice, Cot’e Azur, Antipler, Cannes, Saint
Tropez, Marsilya gibi kentlere ve kasabalara çıkar. Fransız Riviyerasını Ege
sahilleri ile kıyasladığımızda bizim sahillerin daha modern, kumsalların ise
daha güzel olduğunu söyleyebiliriz. Fransız yazlıkçılar, kuzeyden bu bölgeye
akın ediyorlarmış. Yaylak ve kışlağın Türk kültürüne ait bir özellik olduğunu
düşünürken Fransızlarda da böyle bir adet olduğunu öğrenmiş olduk. Monako ve Monte
Karlo, bir nevi uzay kentlere dönüşmüş. Farklı ve pahalı otomobiller, büyük
gökdelenler ve zengin-renkli dünyasıyla görülmeye değer denilebilir. Yukarıda
saydığımız kent ve kasabalar ise, denizle iç içe geçmiş. Güzel olduğu kadar
düzenli ve planlı şehirleşmeye örnek gösterilebilir nitelikteler. Cot’e Azur, Avrupa
sosyetesinin uğrak yeri olsa da Türk ve Arap restoranları her yerde karışınıza
çıkıyor. Türk restoran sahibi, Arapların (Kuzey Afrika ağırlıklı) Türk restoranlarını
hijyenik bulduğu için daha çok tercih ettiklerini söylemesini en azından
ülkemizin reklamı olarak kabul ettik. Fransa büyük bir sömürge ülkesi, o
nedenle her şehrinde Afrikalılar baskın azınlık olarak karşınıza çıkıyor.
Onlardan sonra, Türkler ve Çinliler geliyor. Türkler, Fransa’da organize
oldukları için çoğu Müslüman azınlıklar Türklerle hareket ediyormuş. Fransa hem
Akdeniz’e hem de Atlantik Okyanusu’na açılıyor. Avrupa’nın neredeyse göbeğinde.
Yemyeşil bir örtü kaplamış dağlarını ve sahillerini. Münbit toprakları ve
gelişmiş sanayisi ile güzel bir ülke. Beni en çok etkileyen şeylerden biri de
Akdeniz’den yukarı Lyon’dan Paris’e giden güzergah. Her beş kilometrede bir
dinlenme tesisleri, piknik alanları var.
Sık ağaçlarla örülmüş dinlenme alanlarında aracınızı park ediyor, güneş
ve yağmurdan korunuyor, çimenler üzerinde uzanıyor, park yerine ayrılmış
masalarda çayınızı-kahvenizi yudumluyorsunuz. Ülkemizde ise, Ankara’dan
Antalya’ya gitmeye kalkın bir tane gölgelikli dinlenme tesisi-alanı bulamazsınız.
Sıcakta pişersiniz, mola vermek istemezsiniz. Fransa’ya bu konuda hayran
kaldığımı bir kez daha belirtmek isterim. Yol boyunca çiftliklerde otlayan
hayvanlar, deste deste balyalanmış (adeta kuyumcu titizliğinde) samanlar,
sımsıkı taze çimenler üzerine adeta yeşil boya dökülmüş otlaklar görürsünüz ki
Fransız peynirinin neden leziz olduğunu anlamak pek de zor olmaz. Fransızların
francala ekmeğine de ekmek dersiniz. Çıtır çıtır ve ekşi mayalı. Meşhur
kruvasan da -tatlıyla aram olmasa da- peynirlisi için on numara dedirtecek
cinsten. Çıtırlık ve yumuşaklık bir araya nasıl geliyor anlamak mümkün değil.
Ağızda eriyen hamurunun mayası ile belli ki pişirme süresi de iyi hesaplanmış.
Makaron dedikleri rengarenk küçük şekerlemelerin tadına bakmadım ama kızımız
çok şekerli buldu. Ülkelerin şeker-yağ oranları değişiyor, demek ki seviyorlar ne
diyelim. Ayrıca, mucidi de onlar.
Paris,
filmlerde izlediğimiz o büyülü, nostalji dolu şehir. Nüfusunun İstanbul’a yakın
olduğunu hayal etsem de iki milyonun biraz üstünde olduğunu öğrendiğimde
şaşkınlığımı gizleyemedim. Bir Ankara bile etmezmiş koca Paris diyeceğiz ama, Roma’dan
sonra en çok ziyaret edilen ikinci şehirmiş. Paris, bazılarına bohem ve
karmaşık gelebilir. Kendi adıma, kültürel bir kuşatma altında hissettiğimi
söyleyebilirim. Bir tarafta; Versay, Konkort Meydanı, Şan Zelize [Champ Elysses
yazılışı olan sözcükler, nasıl olur da böyle seslendirilir? İşte burada
Türkçenin yazıldığı gibi okunduğu gerçeği de çıkıyor. Yeri gelmişken bahsetmiş
olalım.]; diğer tarafta, Eyfel Kulesi, Notre Dame Kilisesi, Louvre Müzesi…
Hangisi ne kadar anlatılır bilemedim. Nehir kenarındaki sahafları, resim
galerilerini, parkları!... Gezmek, görmek, hissetmek gerekiyor. Paris, her
tarafı demir ağlarla sarılmış metrosuyla ünlüdür. İçine girdiğinizde,
kaybolmanız garanti. Çıkmanız da bir o kadar zor. İki kere yanlış tarif- ki
birisi gişe memuru- yanlış lokasyon feleğiniz şaşar. Birkaç gün sonra öğrendik
ama ilk iki gün tam bir eziyetti. Dil bilmeniz bir şey ifade etmiyor çünkü,
bilgilendirmeler eksik. Gişeler belli saatten sonra kapanıyor ve makinelerle
baş başa kalıyorsunuz. Tam bir keşmekeş… Metroda seyahat esnasında sırtında
fare (geme) ile binen ve yüksek sesle adeta bir bildiri sunan yaşlı Fransız
kadını unutmak mümkün değildi. Gençlere sorduğumuzda meczup olduğunu
söylediler. Yanlış bir güzergahtan inip zar zor güneşle buluşunca hemen taksiye
binelim, dayanamıyorum, merkeze gidelim, deyivermişim. Taksici Afrikalı,
mesafeyi az bulacak ki bizi arabadan indirtti. Ömrüm o sömürülen Afrikalılara
acımakla geçmişti oysa, ama bize hiç acıyan olmadı. Türkçe dolu dolu ettiğim küfrün ne kadar
kıymetli olduğunu da idrak etmemi sağladı taksici, sağ olsun. İyi taksiciler de
var tabii ki [genellikle Tunuslular], Türk olduğumuzu öğrenince daha farklı baktıklarına,
ilgilendiklerine, Türkiye anılarını dile getirdiklerine, Türk yemeklerini
övdüklerine şahit olabilirsiniz. Bu kendi aralarında anlaşmış gibi Barcelona’da
da böyleydi. Paris’te Türk marketi diye zor bela bulduğumuz üç kağıtçı bir
müesseseden ne aldıysak hileli çıktı. Çay, seylan çayı; salça, domates püresi;
zeytin bir allame… İçeri girdiğimizde kasiyer Yunanca konuşuyordu ve hatta
diğer personel arasında Türkçe bilen de yoktu. Her Türk ya da halal logosu olan
yerleri dikkate almamak lazım, çoğu şişirme, lezzetten yoksun, ticari yerler. Avrupa’da
lezzet standardını yakalamanın yolu; balık, tavuk, pizza, makarna ve vegan
türevlerinden geçiyor. Türk lezzetlerini tadayım derseniz-istisnasız hepsinde-
hayal kırıklığı sizi bekliyor. Barselona’da pide yiyelim dedik, yanında da
patatas bravas denilen İspanyolların ucube kızartmasını sipariş ettik.
Hayatımızda öyle kötü bir pide yememiş olduğumuza kanaat getirdik. Garsona
seslenip, bu nedir şimdi, diye sorduğumda, abi kusura bakma aşçımız izinde
Bangladeşli aşçımız yaptı, demez mi! Tabii ki yalan yüzünden akıyordu. İzinde
bile olsa bir standart vardır. Eti, baharatı, içeriği, hamuru ve pişirilme
şekli ile tarifsiz bir keder bıraktı üzerimizde.
Lyon ve
Strazburg da yeşil entarisini giymiş modern şehirleri Fransa’nın. Lyon daha çok
sanayi; Strazburg ise, kültür şehri görünümünde. Strazburg, içinden geçen
nehri, kafeleri, tarihi ve yeşili kucaklayan yapısıyla doyasıya yaşanılır bir
şehir. Türk bakkalı, büfesi, dönercisi, çiğ köftecisi… Ne arasan var şehrin
içinde. Asya’dan gelen Müslüman nüfus da göze çarpıyor. Otobüsle şehir
merkezini gezerken yol sorduğumuz Asyalı Müslümanların hepsi çok nazikti. Hele
ki Türk olduğumuzu öğrenince daha da ilgilendiler. Arnavut bir genç ise,
“eyvallah abi” diyerek bizi uğurladı. Demem o ki, Türk markası bir değer
taşıyor, özellikle Müslümanlar içinde.
Avrupa’da en
büyük sıkıntı ağzınızın tadıyla su içememeniz. İçtikleri su, bizimkilere
benzemiyor. Sası olduğu kadar da adeta midenize oturuyor. İçmek istemez hale geliyorsunuz.
Avrupalılar maden suyu tüketiyor. Market raflarında ne yaparsanız yapın mutlaka
su yerine maden suyu aldığınız oluyor. Gazlı ve su ile soda arasında bir yerde
tadı var. Suyun bile çeşitleri var. Strazburg’ta bir Türk marketinde
istediğimiz bir tadı olan su bulabildik. Market sahibi, bunu bulursanız alın,
diğerlerinin tadı olmaz, diyerek içimize su serpmiş oldu.
Diğer bir
sıkıntı ise, benzinlikler. Özellikle yüksek sezonda kuyruklar alabildiğince
uzuyor. Her benzinlikte adeta havuz problemi çözen yabancılara rastlıyorsunuz.
Çünkü, her ülkenin benzin doldurma ve ödeme şekli farklı. Kiminde doldurup
içeride fişi okutarak, kiminde aracınızın yanında, kiminde önceden ne kadar
litre alacağınızı belirtip ödeyerek, kiminde en sonda ödeme yaparak çeşit çeşit.
Gittiğiniz ülkede ilk benzinlikte sıkıntı yaşayabiliyorsunuz ama sonrasında
kolaylaşıyor. Daha önceki gezi yazılarında da belirtiğim diğer bir konu da
otoyol gişelerindeki ödeme sıkıntıları. En çok sorun çıkartan ve ödeme
şekilleri değişkenlik gösteren ülke İtalya. Diğer ülkelerde sıkıntı
yaşamıyorsunuz. Fransa ise sadece kart istiyor, çok kolay ilerliyor gişeler.
Vinyet
meselesi ise, her ülkeye göre farklılık gösteriyor: Bulgaristan, Slovenya,
Avusturya, Macaristan. Slovenya ülkeye girişte vinyet istiyor. Sırbistan,
Hırvatistan, İtalya, Fransa, İspanya ise, otoyol gişelerinde gittiğiniz mesafe
kadar ücret alıyor. Bu konuda Fransa liderliği bırakacak gibi değil. Her elli
kilometrede neredeyse sizi çarpıyor. Otoyol ücretleri çok fahiş. Almanya’yı
ise, kıskanmamak elde değil çünkü ne vinyet istiyor ne de otoyol ücreti. Büyük
devlet demek ki böyle oluyor. Ezcümle Avrupa ile ülkemizi otoyol-köprü geçiş
ücretleri olarak kıyasladığımızda birinci sırada biz varız, ikincilik
Fransızlarda.
Almanya,
Fransa ve İspanya, bazı şehirleri ve/veya genel olarak araç emisyon pulu
istiyor. Bunları online alabilirsiniz. Almanlar ise bu pulu araca
yapıştırtıyor. Eğer emisyon pulu almazsanız bahsedilen ülkeler için çok ciddi ceza
ödüyorsunuz. Konu cezadan açılmışken, sekiz bin beş yüz kilometre gezmişiz.
Ceza yemedik, ülkelerin trafik akışı ve kurallara bağlılığı sorgulandığında,
yollarda en çok Belçikalı şoförlerin kural ihlali yaptığına şahit olduk.
Fransa, İspanya üzerinden Kuzey Afrika’ya geçen Afrikalı kardeşlerimizin trafik
kurallarına pek uydukları söylenemez. Buna rağmen; tampon yapan, hatalı
sollayan, emniyet şeridine giren, makas atan tek bir sürücü göremedik. Ülkemiz
bu konuda bir cennet. Arabanızla istediğiniz yere girme ve istediğiniz şekilde
fırsatları değerlendirme özgürlüğünüz var. Çinko beş etti galiba. Yollarda Türk
plakasını gören gurbetçilerimizin bizlere korna basmaları en eğlenceli
tarafıydı. Kendimizi yalnız hissetmedik. Bir tek o karşılaşma anlarında kornaya
bastık desek yeridir. Korna çalma özgürlüğü elde ettik. Sağ olsunlar!
İspanya’ya
geçtiğinizde yeşil örtünün sarıya döndüğünü hissetmeye başlıyorsunuz.
Barselona’da üç gün konakladık ama bunun için şehir merkezinin dışında orman
içinde, villaların olduğu Olivella Bölgesi’ni tercih ettik. Hem sakin hem bol
oksijen barındıran ve yeşille taçlanmış bir ormanlık alandı. Barselonalılar
yazları bu bölgeye geliyormuş. Alışveriş merkezleri ve doğanın iç içe geçtiği
güzel bir bölge, tavsiye edilir. İspanya’da sevmediğim bir konu da toprak
renkli binalardı. Neredeyse herkes bu rengi tercih etmiş. Öylesine iç bayıcı ve
bunaltıcı ki anlatamam. Geçende izlediğim bir yurt dışı kanalında “İspanyol
kahvesi” diye bahsedilince, evet işte bu dedim. Demek ki bu renk ismini
onlardan almış. Sıkıcı ne diyelim. Barselona, gezmekle bitmez. Plajları, şehrin
içi ve tarihi eserleri, Sagra Da Familia’sı, Gaudi’nin mimari şaheserleri saymakla
bitmiyor. Roma, Paris’ten sonra üçüncü sırada gezilen bir şehir Barselona.
Nedense bize çok yoğun geldi ve sıktı açıkçası. Barselonalılar da sıkılmış olsa
gerek, yabancılara iyi davranmıyorlar. Hatta bu yüzden tüm şehir, çeşitli
zamanlarda eylemler yapıyor, turistleri istemiyorlar. Barselona ile çevresini
tren ve metroyla gezebilirsiniz. Her zaman olduğu gibi birkaç yanlış yöne
gidebilir, gişe görevlilieri ya da polisler sizi yanlış trene bindirebilir ve hatta yanlış bilet bile verebilirler.
Tecrübeyle sabittir, diyelim! Bu arada, Türkler, turist olarak her yerde
karşınıza çıkıyor.
Almanya-Münih,
Almaya’nın güneyini bu seyahatte görme imkanım oldu. Ancak, otoyollar
alabildiğine karavan, tatilci ile doluydu. Son sürat akan baş döndürücü bir
trafik. Avrupa otoyolları yüksek sezonda temmuz-ağustos aylarında özellikle
karıncaların yuvalarına akan yollara benziyor. Benzinlikler, dinlenme tesisleri
bir hengame. Münih, gelişmiş bir kent. Tarihi eserleri, alışveriş merkezleri,
metrosu [ Vicdansızlar, orada da yanlış trene bindirdiler ya!], düzenli
kentleşmesi ile yaşanabilir bir şehir. O kadar kalabalık ama o kadar sessiz.
Dönerciler, kebapçılar her yerde. Lezzet var mı, yok ama ekmek arası yediğiniz
dönerde en az üç yüz gram et var. Ye ye sonu gelmiyor. Bizim porsiyonun en az
üç katı, ücreti ise 9-10 euro. Artık gerisini siz hesaplayın. Almanların
ekmekleri, pastaları, biraları meşhur. Tercih sizin, her yer kafeterya ve
insanlar mutlu.
Avusturya-Viyana, şehrin içinde
mimarlık fakültesi yerleşkesine girdiğinizi düşünüyorsunuz. Her adımda bir
mimari şaheser sizi karşılıyor. Hepsinin derin bir tarihi ve kimliği var.
Şehrin içinde otuz kilometrenin üzerinde hız yapılmıyor. Diğer Avrupa ülkeleri
gibi, okul yolları, kreşler korunmaya alınmış. Bizde nerde, otuz kilometreyle
yol mu biter azizim? Çinko altı oldu galiba. Özgürüz ve özgürlükçüyüz icabında!
Viyana gezdikçe gezilen, bitmeyen bir şehir. İçindeki pastaneleri meşhur ki
önündeki kuyruklardan anlıyorsunuz. Türk dönercileri ve kebapçıları burada da
sizi yalnız bırakmıyor. Viyana’yı zannederiz, karlar altında gece gezmek
muhteşem olurdu. Girdiğimiz bir markette yakasında ….oğlu yazan bir kasiyere
Türk müsün, diye sorduğumuzda; Türkçe, ben Türk değilim, demesine sonradan çok
güldük. Viyana Kuşatması’nda orada kalan bir paşanın torunu izlenimi de
vermiyor değildi.
Macaristan-Budapeşte,
etkileyici bir şehir. Hele ki o Tuna nehrinin haşmeti sizi büyülüyor. Şehir buram
buram tarih kokuyor. İtiraf etmeliyim ki en çok hoşuma giden şehirlerin başını
çekiyor Budapeşte. Şehrin içinde Türkçe “Törzkü (Türk)” sözcüğünü çok kez
görüyorsunuz. Macarca ile Türkçe Ural-Altay Dil Ailesi mensubu ve hatta son
yapılan araştırmalar, Macarcanın Türkçeye, Moğolcadan bile daha yakın bir dil
olduğunu gösteriyor. Macar Devlet Başkanı Orban’ın yakın zamanda dediği söz de
kulaklarımızda çınladı durdu: “Biz Türküz!” Tanrı, Macaristan’a yeşil açısından
fazla iltimas geçmemiş belli. Düzlükleri, sarı-yeşil karışımı doğası, bizi
kendisine daha yakın hissettirdi. Macaristan otoyollarında bize daha benzer
insan topluluklarıyla beraber yolculuk ettik. Her molada Türk müsün diye
sorduğum kişinin, hayır değilim, demesi moralimizi bozmuş olsa da sonradan
anladık ki, Romenler işçiler, Avrupa’dan yaz tatili nedeniyle ülkelerine bu
güzergahtan gidiyor. Bizlere ne kadar çok benzediklerini anlatmak mümkün değil.
Kasap Ali, kaportacı Sabri, lahmacuncu Orhan hepsi yollara dizilmiş, titreyip
kendilerine dönüyorlar.
Dönüş yolunda
Romanya üzerinden gelmeyi tercih ettik ama büyük hata ettiğimizi sonradan
anladık. Tamışvar-Vidin arası dağlık bir bölge. Yollar tek şerit ve dinlenme
tesisi fakiri. Ülke zaten fakirülala! Ülkemizden yüz yıl geri desek yeridir. Bu
ülke Avrupa Birliği’ne girdiyse dedem de girer bu birliğe dedirtti bizlere. Bulgaristan
ise, bir tık ilerisinde Romanya’nın. Bütün bu olumsuzluğa rağmen, girdiğimiz
virajlı dağ yollarındaki manzara tarifsiz idi. Sanki her virajda bir tablo
çıkıyor karşınıza! Siz her döndüğünüzde bir başka ressam, başka bir tablosunu tabiatın
bin bir rengiyle boyuyor.
Romanya-
Bulgaristan hattında sizi Tuna nehri büyük ihtişamıyla takip ediyor. Bir göz
kırpıyor bir kayboluyor, aracın camından içeri ensenize hafif serinlik
konduruyor. Tuna denilince tarihle, Osmanlı’yla yolculuk yapıyorsunuz.
Budapeşte’den bu güzergah tercih edilerek Edirne’ye varılırmış. At üstünde bu
yollar nasıl biter, bir ordu bu kadar mesafeyi nasıl göze alır? Hepsini
düşünüyor, işin içinden çıkamaz oluyorsunuz. Asıl üzüntü veren ise, koskoca
Balkanların, koskoca bir tarihin elimizden uçup gitmesi.
Avrupa, taşı
toprağı altın mı, kısmen evet. Ama, her şey planlı, her şey düzenli. İnsanlar
birbirine saygılı. Ekonomik anlamda eski Avrupa’yı bulmak çok zor ama hepsine
rağmen, içinde örnek alacağımız çok nitelik barındırıyor. Cot’e Azur’da
kaldığımız sitenin yardımsever görevlisi; Barselona’da metroda bize bilet
almaya çalışan yaşlı tonton İspanyol; buranın ekmeği meşhurdur, benim marketten
değil, ilerideki fırından alın diyen Türk bakkal; Romanya’nın dağ başlarında
bize heyecanla yol tarif eden Türk tırcı; yabancı olduğumuzu anlayıp kapanmış olmasına
rağmen bize su veren Hırvat market müdürü ve niceleri!... İnsan, her yerde
aynı. Halide Edip’in Sultanahmet Mitingi’nde söylediği sözü akla getiriyor.
Devletler düşmanımız, milletler dostumuz. İnsan, giydiği devlet elbisesine göre
hareket etse de doğarken de ölürken de çıplak değil mi? İşte geziler, insanı
tüm çıplaklığıyla karşınıza çıkartıyor. Belki de bu seyahatlerle amacımız,
insanı arayıp bulmak arzusudur, kim bilir?

Yorum Yap