Blogger tarafından desteklenmektedir.

Köşe Yazılarım









Demokrat Haber Site'sinde Yayımlanan Köşe Yazılarım


ÖĞRETMENİM CANIM BENİM

Geçende, 24 Kasım Öğretmenler günü vesilesiyle mezun ettiğimiz bir öğrencimden kutlama mesajı geldi. Ben de kendisini aradım hal hatır sormak, teşekkür etmek için. Özel bir okulda öğretmen olduğunu söyledi. “Ben de nasıl memnun musun?” deyince, bir dokun bin ah işit anlattı da anlattı… Birazdan sizinle paylaşacağım.
Bizim zamanımızda ülkemizde birkaç özel okul vardı. Hepsi de saygın ve uluslararası akredite kuruluşlar olup, önemli mezunlar verirlerdi. Bunun yanında, devlette de; kolejler ile fen liseleri aynı işlevi gören ve değerli mezunlar veren eğitim kurumlarıydı. Özel teşebbüsün hızla gelişmesi ve ardından devlet politikaları sonucu özel okullar mantar gibi bitmeye başladı. Tecrübe diyelim, yaşam felsefesi diyelim… Bir şeyler çoğaldıkça kaliteden taviz verildiği hissi uyanır bende. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi 26. Madde bakınız ne diyor?
“Her şahsın öğrenim hakkı vardır. Öğrenim hiç olmazsa ilk ve temel safhalarında parasızdır. İlköğretim mecburidir. Teknik ve mesleki öğretimden herkes istifade edebilmelidir. Yüksek öğretim, liyakatlerine göre herkese tam eşitlikle açık olmalıdır.”
“Öğrenimin hiç olmazsa parasız” olmasının önemini vurguladıktan sonra bana şunu diyebilirsiniz. Devlet okullarımız paralı değil. Evet, buna rağmen özel okullara bir yönlendirmenin sürdüğü akıldan çıkmamalıdır. Kendi kanım da bu doğrultuda olup küçük kızımı imkanlarım ölçütünde özel okulda okutmayı planlamaktayım. Bu çelişkinin giderilmesinde devletimize büyük görev düşüyor. Özellikle ders kitaplarının ücretsiz olması, akıllı sınıfların oluşturulması, tablet dağıtılması, çocuklara süt verilmesi, kantinlerde zararlı yiyeceklerin yasaklanması takdir ettiğim uygulamalardır. Devletin, özellikle devlet okullarını özendirici faaliyetlere girişmesi ve bunun için geleceğe yatırımlar yapması temennimizdir. Unutmayalım ki, kolejler ve fen liseleri bu işi zamanında layıkıyla başarmış kurumlardı.
Şimdi öğrencimle ilgili konuyu dile getirmek isterim. Geçen Haziran ayında sözleşme yapıyor, ardından Eylül’e kadar herhangi bir maaş ödenmiyor, yaz tatili olduğu bahane edilerek… Sonra, yaz dönemi boyunca okuldaki toplantılara ve faaliyetlere katılması isteniyor. Dönem başlayınca, öğretmenimiz cumartesi günü de çalışan bir emekçiye dönüşüyor. Öğlen aralarında nöbetçi öğretmen olarak okul bahçesinden çıkamıyor. “Yemeğimi 6 dakikada yedim,” diyor. İzin alamıyor çünkü 8-5 çalışıyor. Sigortası en düşükten yatıyor aynı zamanda ve herkesin mutsuz olduğunu söylüyor. Sıkı durun, bu öğretmenimiz sizce ne kadar maaş alıyor? Asgari ücret efendim. Daha bir yılını doldurmamış. Doldursa başı göğe erecek değil, farklı bir maaş gene almayacakmış ona göre.
Atatürk’ün veciz sözlerinden biridir: “Ulusları kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir.” Ulusları, bu şekilde sömürülen öğretmenlerimizle nasıl kurtarabileceğiz, söyler misiniz? Özel okul diye binlerce lira verip evladınızı gönderdiğiniz kurumda öğretmenin kıyafet almaya parası yok! Diğer taraftan iş garantisi de yok, her an kapı dışarı edilebilir. Böyle bir öğretmenin evladınıza nasıl katkı sağlayacağını düşünüyorsunuz peki? Son zamanlarda bir Fin mucizesidir gidiyor. Evet Finliler eğitimde dünyada ilk sıraya oturdu. Ama durun, o mucizeyi ilk olarak biz 1920’li yıllarda yazılan “Beyaz Zambaklar Ülkesi” adlı kitapta duyduk. Peki bu eserin önemi nedir, diye soracak olursanız söyleyelim efendim. Atatürk bu eserin askeri okullarda mutlaka okunması gerektiğini söylemiştir. Yani, Fin mucizesinin kökleri bu kitaptadır. Atatürk gene ileriyi görmüş ve bizi utandırmaktadır. Biliyorsunuz, bizim “Köy Enstitüleri”miz vardı. Amprik (tecrübeye dayanan) John Dewey’in görüşlerini de içeren önemli bir kurumdu. Orada da eğitimin “yaparak yaşayarak”, “deneyerek” gerçek olabileceği işleniyordu. Günümüzde “yaratıcı drama” alanında çalışan eğitimcilerimiz bu sloganı iyi bilirler: “Yaparak yaşayarak öğrenme.” E, yani geçmişteki bu mucize niye devam edemedi? Amerika’yı yeniden ve sürekli keşfetmenin kime ne faydası var? Bunlar peş peşe gelen sorulardır. Einstein’a sorarlar, “Öğrenme nasıl olur?” Yanıtı çok net verir: “Bir şeyi öğrenmek istiyorsan yap!”
Beni öğretmenlikle ilgili etkileyen iki eser vardır: İlki, “Bir eğitim Mucizesi” diğeri de Ölü Ozanlar Derneği”dir. Buradaki eğitimciler asgari ücretle çalışan kişiler değildi. Bunlar, son derece saygın ve işini hakkını veren kişilerdi. Bakanlığımızın, öncelikli olarak öğretmen yetiştiren kurumlarda ciddi bir planlama yapması gerekiyor: Kaç öğretmene ihtiyaç duyulacak, hangi branşlarda olacak vb. Öbür türlü, mezun olan öğretmenlerimiz bir kurt kapanına düşürülmüş oluyor. Ben buradan, mezun olup da iş bulamamış öğretmenlerimize sesleniyorum. Siz yetersiz değilsiniz. Öyle olsanız bir fakülte bitirip mezun olamazdınız. Bırakın mezun olmayı sınavı kazanamazdınız. Sizin talihsizliğiniz geçmiş gelecek tüm eğitim politikalarındaki planlama hatalarıdır. Eğitim fakültesi mezunu kişiler, aldıkları eğitim sonucu her işte çalışamaz. Bunu çok iyi anlamamız gerekiyor.
Sonuç olarak, ülkemize değerli katkıları olan ve işi layıkıyla icra eden özel okulları bir kenara bırakarak, evladınızı göndereceğiniz özel okullarda öğretmen maaşlarını da hesaba katın diyor ve Sayın Bakanımızdan özel okullarda görev yapacak öğretmenlerimiz için bir taban maaş belirlenmesini ve tüm kurumların buna uymasını talep ediyoruz. Özel okullardan şöyle bir eleştiri gelebilir, “efendim burası bir ticari işletme (Kel Mahmut’a veryansın eden okulun sahibinin o meşhur tiradı gelir aklıma), rekabet nedeniyle kazanamıyoruz.” Biz de şöyle deriz, “O zaman açmayınız efendim. Eğitim kurumları bir ticarethane olabilir ama önce mutlu öğretmenlerle bu kazanç sağlanacaktır! Mutlu öğretmen, mutlu öğrenci demektir.” Ne demişler, her harabede define aranmaz.




BİR DAHİNİN ANATOMİSİ ATATÜRK
Gardner tarafından ortaya atılan “Çoklu Zekâ Teorisi” 2005 yılından itibaren eğitim sistemiz içinde yer almaya başladı. Teori kısaca: Her insanın en az iki baskın zekâya sahip olduğunu, ikinin üzerine çıktıkça üstün zekânın ortaya çıktığını savunur. Bu teoride yer alan zekâ çeşitleri ise;mantık-matematik zekâsı, alan boyut zekâsı (fizikçilerde, sporcularda vb. Örn. 3 sayılık atış için gereken bir zekâ), müzik zekâsı, dil zekâsı, sosyal zekâ(politikacı, avukat, gazeteci vb.), beden-kinestetik zekâ (bale, tiyatro,sporla ilgili kişiler vb.), öze-dönük zekâ (bilim insanları), çevreci zekâ (doktor, veteriner, biyolog, çevreciler vs.)

Çoklu Zekâ teorisin yerine günümüzde Cattel-Horn-Caroll CHC Kuramı ortaya atılmıştır. Bu kuram incelendiğinde; dil, mantık, alan-boyut zekâlarının yer aldığı görülür. Buna rağmen; beden, müzik, sosyal vd. zekâ türleri tam olarak yer almamaktadır. Araştırmacıların konuyla ilgili doyurucu izahta bulunacağını umuyoruz. Gardner, İstanbul’da verdiği konferansta, 8 tür zekânın da üstünde olduğuna inandığı bir zekâ türü ortaya atmıştır: “İletişim Zekâsı.” (Zekânın oluşumu üzerine Editörü olduğum dergide, Prof. Dr. Tohit Güneş’in ele aldığı makaleyi şiddetle tavsiye etmekteyim. Bkz. www.kurumsalegitimdergisi.org)

Bütün bunlar bir tarafa, birçok konuda yetenekli kişilerin olduğu su götürmez. Biz bunlara deha diyoruz. Atatürk’ün dehasını, özellikle liderlik özelliklerini “Türkiye’de Yönetim Becerileri ve Liderlik” kitabımda etraflıca ele aldım. Bu makalede “Çoklu Zekâ Teorisi” ışığında, Atatürk’ün dehasını inceleyeceğiz.  Sırasıyla örneklendirelim:

Bedensel-Kinestetik Zekâ: Gerek zeybek gerekse de dans yeteneği, yüzme, ata binme becerisinin izleyenler tarafından sitayişle anlatıldığını biliyoruz.

Çevreci Zekâ: Ağacı kestirmemek için çiftlik evini zemininden kaydırması, köpeğine olan düşkünlüğü, çocukları çok sevmesi ve evlat edinmesi, Kızılay Meydanı’ndaki o geniş caddeyi düşünebilmesi, tarihi eserlere ilgisi,  kıraç Ankara’ya Orman Çiftliği kazandırması bunlardan birkaçıdır.

Müzik Zekâsı: Gerek alaturka gerekse de alafranga müziğe düşkündür. Bu çerçevede söylediği türküler, kurdurduğu konservatuar, sanat müziğinde bir makamdaki peşrevin yerinin değiştirilmesi üzerine düşünceleri(Bkz. Youtube: Murat Bardakçı), sanatçıları çağırıp keyifle dinlemesi (Bkz. Youtube:Müzeyyen Senar, Safiye Ayla), çok sesli müziğe ilgisi örneklendirilebilir.

Alan-Boyut, Resim Zekâsı: Giydiği kıyafetleri kendisinin tasarlaması, renk uyumu ve gösterdiği itina. Mahir bir kreatör gibi davrandığını gösterir.

Mantık-Matematik  Zekâsı: Matematiğe ilgisi, fen kafasına sahip oluşu ve bilimsel düşüncenin hamisi olması itibariyle bu  becerisi tartışma götürmemektedir. Muazzam bir mantık ve öngörü sahibidir.

Dil Zekâsı: Atatürk’ün yazıları incelendiğinde, değme edebiyatçının bu naiflikte yazamayacağını iddia edebiliriz. Dilin tüm imkânlarını kullanan ve düzgün bir diksiyonla konuşan. Yazılarında anlatım bozukluğuna düşmeyen ve dil estetiğini muhafaza eden bir yapı ortaya koymaktadır. Dil Devrimi, Türk Dil Kurumu, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi en önemli göstergelerden birisidir. Diğer taraftan, çok okumakta ve aynı zamanda şiir de yazmaktadır.

Öze-dönük Zekâ: Adeta bir bili insanı gibi her konuda araştırmaya yönelmesi, her akşam sofrasında alan’ın ünlü isimleriyle konuları tartışması, Arapça geometri terimlerini Türkçeleştirmesi, tiyatro metinlerine el atarak “Dramaturji” yapması ve bir sosyolog gibi toplumun ihtiyaçlarını saptayarak ilkeler ortaya koyabilmesi bunlardan birkaçı olmaktadır.

Sosyal Zekâ: Günümüzde, aydın-cahil tartışması çok revaçta olsa da, Atatürk daha o zaman, Hakiki müstahsil olan köylü milletin efendisidir, diyebilmiştir. Bu büyük bir sosyal zekânın tezahürüdür. Halkla ilişkiler kurmanın tüm inceliklerini, hitabeti en etkili şekilde kullanmaktadır. Nutuk, bunun en güzel temsilidir. Atatürk, iletişim ve sosyal becerisiyle bulunduğu ortamlarda her zaman lider kalabilmiştir.

Netice olarak, sayfalarla yazabileceğimiz bu 8 özelliğin Atatürk’te bir arada bulunması, bırakınız ikinin üzerinde bir baskın zekâyı,neredeyse tüm zekâ türlerinde etkinliği ortaya çıkmaktadır. Atatürk denilince şöyle bir durmak gerekiyor efendim. Yanılıyor muyum ne dersiniz?


GÖZÜM CANUM EFENDİM SEVDÜĞÜM DEVLETLU SULTANUM
Silahsız bir toplum için şiddete hayır, diyoruz. Ve hepsinden öte, silahlı insanlar görmek istemiyoruz.
Fuzuli “Murabba”sında sevdiğine yukarıdaki sıfatlarla seslenir. Devlet kavramı, şiirimizde olduğu gibi,tarihimizde önemli bir yere sahiptir, adeta sevgilimizdir devlet.

Anayasanın 5. Maddesinde“Devletin Temel Amaç Görevleri” açıklanırken, “(…) kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak (…)” ibaresiyle karşılaşırız. Devletle ilgili görüşler Platon’dan Thomas More’a, Kutadgu Bilig’den Makyavel’e kadar uzanır.  İçlerinde devlet yöneticisinin zalim olması gerektiğini savunan Makyavel dahi, fikirlerini devletin işleyişi üzerine kurgulamıştır. Yani, devletin güçlü olması için her uygulama mübah olmaktadır. Bütün bu görüşlerin temelinde ise, “kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğu” yatmaktadır. Bu kadar mevzuyu niçin dile getirdik izah edelim.

Gün geçmiyor ki her haber kanalında ya da internet haber portalında, sosyal medyada, bir silahlı saldırı haberi gelmesin. Sosyal medyayla birlikte, cinayet görüntüleri de paylaşılır oldu. Toplumun nezdinde normalleşen bir süreç haline geldi cinayet. Diğer taraftan, dizilerde mutlaka bir kovalamaca sahnesi; birinin yüzüne (hatta ağzının içine) silah doğrultma, silahlı çatışma ve nerden peydahlandığı bilinmeyen anormal tipler ile onlara ait jargon (konuşma dili), kanıksanır oldu. Davranış bilimleri üzerine çalışan bilim insanları, bu tarz genelleşen davranışların bireyler üzerinde olumsuz bir etkiye neden olduğunu çalışmalarla ortaya koymuştur. İnsan sosyal bir varlıktır ve sosyal ortama göre hareket etmekte, çoğunluğun davranışlarını taklit etmektedir. Özellikle ilk gençlik döneminde ergenlerin rol model olarak örnek aldıkları kişiler bulunur.Televizyon dizileri ise, bu örneğe olumsuz etki etmektedir. Telefonu mafyavari tutmak, herkese atarlanmak, alan genişleten (saldırgan) beden diliyle yürümek veya davranmak televizyonlarda her saniye görülebilmektedir. Bu durum kız çocukları açısından da problem doğurmaktadır. Onlara göre de erkek; saldırgan, amiyane tabirle kodu mu oturtan bir varlıktan ibaret olarak görülmektedir. Birkaç yıl önce bir tatil beldesinde restorantta yemek yerken, yer kavgası nedeniyle olumsuz bir durum yaşanmıştı. Bir aile reisi, önce diğer masadaki kadını itmeye kalktı,ardından kadının kocası gelince de ona küfretti ve saldırdı. Hiç unutmam, bu Vandal aile reisinin  kızı (14-15 yaşlarında) şöyle diyordu, “babam o ..avat’ın hakkından geldi.”

Birileri ülkenin hakkından geliyor. Barbarlık, vandallık tahammül sınırlarını zorlamaya başladı. Herkeste silah ve kesici alet var. Kime bir şey deseniz hemen sinirleniyor. Güvenlik problemi nedeniyle vatandaş olarak bazı semtlere giremiyoruz. Her yerde bir çatışmadır almış başını gidiyor. Devlet, vatandaşın huzur ve refahını korumakla mükellefse, bunun yolunu bilen şöyle gelsin. Dünyada suç oranının en fazla olduğu ülkelerin başında ABD geliyor. Sosyal psikologlar bunun nedenini kültürsüzlük ve kimliksizlikle açıklıyor. İyi de bizim kimliğimize ne oldu,kültürümüz mü yok? Demek ki bir şeyler hızlı bir şekilde dejenere oluyor.Eğitim, kültür ve kanunlar bu çıkmaz yoldan bizi döndürebilir. O nedenle,silahsız bir toplum için şiddete hayır, diyoruz. Ve hepsinden öte, silahlı insanlar görmek istemiyoruz. Bunu engellemek çok mu zor ey devletlü sultanım?


BİRİ BİZİ KANDIRIYOR
Son zamanlarda sosyal medyada garip videolar ve fotoğraflar döner oldu.
Okur yazar denilince akla sadece alfabe gelmesin değerli okuyucularım. Okumanın bir diğer boyutu da görsel figürleri anlamlandırmaktan geçer. Şekil, şema, grafik, video, resim … Hepsi birer anlam ihtiva ederler. O nedenle, bir kişinin okur yazarlığı sadece alfabedeki simgeleri anlamlandırmasıyla değil, tüm göstergeleri çözümleyebilmesiyle ilgilidir. Medya, görsel ve yazılı göstergeler yoluyla okuyucusuyla iletişim halindedir. Bütün bunları niçin söyledik, şimdi izah edelim.

Çağımız medyası amaçsallıktan araçsallığa evrildi efendim. Medyanın amacı, kamuoyunu bilgilendirmekten ibarettir. Bu bilgi; güncel olayları ele alır ve içerisinde kimi zaman magazin,kimi zaman bir olay, kimi zaman siyaset vd. unsurlar medyada yer bulur. Medyanın bu açıdan önemli bir işlevi vardır. Oldukça zengin bir alana hükmeder ve güncel olan her unsur medyanın malzemesi niteliğindedir. Amaç, demek ki kamuoyunu bilgilendirmek, biraz eğlendirmek bir nevi haberdar etmektir. Peki,günümüzde bu nasıl işliyor?

Medya, bilgilendirmekten öte,hedef kitlesinin algılarını değiştirmeyi, onları yönlendirmeyi amaçlamakta,yani araçsallaşmaktadır. Birçok haber gerçeği yansıtmamakta, birçok magazinel olay da medyada yer bulmak adına özellikle hazırlanmaktadır. Örneğin, bir ünlüyle yapılan röportaj, bir kurumun tanıtımı, bir bankanın personeliyle ilgili başarıları veya aldığı ödülleri vd. birçok unsur, öncesinde hazırlanılan bir sürecin sonucu olarak medyaya yansıyor. Ünlülerin başından geçen olaylar,öncesinde hazırlanıyor ve ardından bir habermişçesine sunuluyor. 20 yıl kadar önce bir gazete sahibi dostum, “Seçimler yaklaşıyor, yolumuzu buluyoruz işte.”demişti. Medyanın görevi, bilinmeyenleri, gizlenen gerçekleri ortaya çıkartmakken,günümüzde tersi makbul oluyor. Medya birçok şeyi hedef kitlesinden gizliyor.Dünyanın birçok yerinde aynı süreç hakim. Hiç unutmam, Org. İlker Başbuğ’un“terör örgütü lideri” olarak suçlanıp hapse atılmasından kısa bir süre önce,önemli bir gazetemizde şu haber görseliyle yer alıyordu. “Darbeci generallere yargı yolu gözüktü.” Yazının üstünde de Kenan Evren ve sağında da İlker Başbuğ’un üniformalı fotoğrafı var. Algı yanılmalarında, bir şeyleri diğer unsurlarla bir araya getirmek için bu teknik uygulanır. Yani, olumsuzun yanına olumlu bir şey koydunuz mu onu da olumsuz hale getirebilirsiniz. Kenan Evren’in darbeci olduğunu kendisi de kabul ediyordu. Buraya kadar bir hata yok ama İlker Başbuğ ne zaman darbe yapmıştı ki? İşte görsel okumanın önemi burada dikkati çekiyor. Propaganda sanatının inceliğidir: “Güçlü yanını parlat, zayıf yanını gösterme!” Medya bunu iyi bilir ve hedefindeki görselde bunu layıkıyla kullanır. Günümüzde vesikalık fotoğraflardaki gibi… Artık tüm fotoğraflar makyaj ediliyor.

Son zamanlarda sosyal medyada garip videolar ve fotoğraflar döner oldu. Emin olun sahte bunların. Photoshop çıktı mertlik bozuldu. Medyada güncel bazı videolar bana, Whatsapp’tan Facebook’tan gönderiliyor. Gönderen dostlarıma, gönderdiği paylaşımın gerçek olmadığını anlatmaktan resmen gına geldi. Hatta birini mecburen yasaklamak zorunda kaldım.Ülkemiz zor bir dönemeçten geçiyor ve bu zorlu süreçte iç ve dış örgütler ve temelinde istihbarat örgütleri ciddi medya malzemesi hazırlıyorlar. Daha sonra bunları hassasiyeti yüksek vatandaşlarımızın paylaşacağı düşüncesiyle medya ortamına sunuyorlar. Çok dikkatli olmak lazım. Medya okur yazarı şu soruyu sormalı: “Bu paylaşımın kaynağı nedir, hangi amaçla üretilmiş olabilir, sahte olabilir mi? Canan Karatay, İlber Ortaylı vd. gibi alanında saygın kişiler yoluyla bir fikri ya da bir ilacı paylaşanların kaynaklarına da dikkat edilmeli. Geçende tarafıma gönderilen bir videoyu izledikten sonra, şüphelendim ve kaynağı araştırdım. Videoda bir üniversitemizin profesörünün düşünceleri yer alıyordu. Bunun gerçek olamayacağını düşündüm ve araştırınca, kendisinin şöyle dediğini gördüm. “Benim adımı kullanarak sahte haberler yapılıyor. Mahkemeye verdim ve konuyla ilgili yakından uzaktan haberim yoktur.” diyordu. Bunun gibi yüzlerce örnek verebilirim. Medyada birçok şey tersine işlediği gibi birçoğu da reklam amaçlıdır. Her kaynağa güvenmeyelim efendim. Netice olarak, medyada yer bulan bilgileri doğru okuyalım. Okumayanları uyaralım!

KİŞİSEL GELİŞİM ZOKASI
Okuyalım efendim, okuyalım! Lütfen okuyalım, illa ki okuyalım!
Son zamanlarda “kişisel gelişim” modası aldı başını gidiyor. Etrafta bu işten kazanç sağlayan ve bir çoğunun hangi mesleğin erbabı olduğunu bilemediğimiz bir güruhla karşı karşıyayız. İnsanın güdüsel davranışlarından birisi olan geleceği hakkında bilgi sahibi olma ve geleceğini şekillendirme isteği ilk insandan bugüne çeşitli araçlarla tatmin edilmeye çalışılmıştır. Kehanetin ve kâhinliğin birçok kutsal kitapta yer bulması ve hatta yasaklanması da kökünün ne kadar eskiye gittiğini gösterir. İlk yazılı belge niteliğinde “Sümer Tabletleri”nde de büyücülük vekehanet yer bulmaktadır. Ölümlü insan, hayatı anlamlandırmak ve kendisi hakkında bilgi sahibi olmak adına modern kâhinler dediğim, kişisel gelişimcilere kendilerini vakfetmiş vaziyettedir. Bu hazin durumdan istifade etmeye kalkanlar(bi-la istisna) ciddi anlamda bu işten nemalanmaktadır. Verdikleri seminerlerin isimlerinden tutun da yazılan kitapların adlarına kadar ortada bir garabet olduğu aşikârdır. Buna rağmen necip vatandaşımız niçin buna tenezzül etmektedir?

Efendim, insanoğlu hikâyeye meraklıdır. Bu Çin’de de böyle, İspanya’da da böyle… İnsanların, duymak istedikleri hikâyeler vardır. Bunu bilenler de, duymak istenilen hikâyeleri anlatırlar. Prof. Dr.Nevzat Tarhan’ın deyişiyle, “hayâl tacirleri”dir bunlar. Bunlar şöyle tanınabilirler (istisnalar kaideyi bozmasa da): İyi giyinimli, hitabeti kuvvetli, bol bol hikâye anlatan (dini, lâ-dini), anlattığı konuyla uzmanlığı arasında hiçbir ilişki bulunmayan, bol sertifikalı kişilerdir. Hiçbir bilimsel disiplini olmayan ve hatta hiçbir üniversite akademisinde kürsüsü bulunmayan konularda sözde uzman olarak varlıklarını tescil ettirmektedirler. Genel olarak, uzmanlıkları (sözüm ona) uyduruk bir ticari kuruluşun sertifika programından ibarettir. Daha da ilginci, bu kuruluşların orijinleri yurt-dışıdır. Her şeyin ticareti olduğu gibi eğitimin de ticareti olmaktadır.Acı olanı ise, eğitim sisteminin bu tarz yapılara nasıl müsamaha gösterdiğidir.Geçen hafta Hürriyet İK’de yayınlanan bir makalede “yaşam koç”larının  %48 sahte olduğu söyleniyordu. Şahsi kanım ise, “yaşam koçluğu”nun %100’ü halen oturmuş bir bilimsel disiplini icra etmiyor. Vakıa, “ayıkla pirincin taşını” diye boşuna denmemiş.

Hayatının uzun bir kısmını okuyarak geçiren bir kişi olarak, hayata dair anlamlı bir şeyler eden kişilerin hiçbirinin kişisel gelişim maskesini takmadığını söyleyebilirim. Bizim değerlerimizden; Yunus, Mevlâna, Şeyh Edebâli, Cemil Meriç, Âşık Veysel ve daha niceleri kişisel gelişim uzmanı değillerdir. Hepsinin bir mesleği olup, o mesleği layıkıyla yerine getiren kişilerdir. Bir kişinin kişisel gelişim uzmanı olabilmesi için başta, kendi kişisel gelişimini tamamlaması gerekir. Bir söz vardır hani “ kel ilacı bulsa başına sürer” diye. Ayrıca, birinin kişisel gelişimini sağlamak kimin haddine! Bu konular hassasiyet ihtiva eder. 2 saatlik seminer için 25 bin lira istenince o kitlenin kişisel gelişimi tamamlanıyor mu? Ya da amiyane tabirle “ver gazı” misali bir kitap paragrafıyla kişisel gelişim kemale eriyor mu?

Ezcümle; vatandaşlarımız, iş dünyamız bu kerameti kendinden menkul hayâl tacirlerine gönüllerini vakfedeceklerine, adam akıllı kitap okusunlar. Sadece gerçek biyografiler okunsun o bile yeter… Bakın o zaman kişisel gelişim nasıl tekâmül ediyor.Şişirme kitaplardan, müsamere gösterilere karnımız toktur. Okuyalım efendim, okuyalım! Lütfen okuyalım, illa ki okuyalım!...  Doğru kişileri dinleyelim, doğru kişileri okuyalım. Şu yalan dünyada bir nebzecik doğru varsa onu da kendimiz bulalım. Ne diyor divan şairi Şeyh Galib “ Hoşça bak zatına (kendine) ki zübde-i âlemsin (âlemin özüsün) sen!”

DAVAY

Trafikte kendimizi nasıl güvende hissedebileceğiz?
Sabah aracımla işe gitmek için yola çıktım. Ankara’da ana arterlerde 82 km hız sınırlaması vardır. Trafikte her zaman olmasa da mutlu olduğum anlar da olmuyor değil; bunlardan birini de sabah seyrüsefer sırasında yaşamış oldum. Tahminen 1 trilyona yakın fiyatı olan spor bir araç arkamdan hızlı bir şekilde gelirken hız sınırlamasını görüp yanıma yanaştı ve 1 km’lik mesafeyi benimle beraber gitmek zorunda kaldı. O zaman dedim ki “trafikte yasalar huzurunda her araç eşittir.” Demek ki yasa varsa eşitlik var… Yasa yoksa; kural yok, saygı yok, tahammül yok, hak yok, hukuk yoktur. Son yıllarda trafikte önleyici cezalar verilmesi sevindirici bir gelişmedir. Buna rağmen bu cezaların fazlasıyla bir caydırıcılık yaşattığını düşünmüyorum. Nedenine gelince, daha anaokulundan başlayarak trafik kuralları,trafikte saygı ciddi manada işlenmelidir. Bir toplumun gelişmişlik düzeyi iki belirgin şeyle ölçülebilmektedir “kitap okuma oranı, trafik kurallarına uyum.”Kimin ne kadar kitap okuduğunu ölçmemiz çok pratik olmasa da trafikte kimin nasıl davrandığını gözlemlememiz oldukça kolaydır. Doğu ve güney komşularımız da trafik kurallarının tekamüle eremediğine oraya gidenler tanık olmaktadır. İran,Irak, Suriye, Azerbaycan bir çırpıda sayabileceğimiz ülkelerdir.  Trafik keşmekeşi sanki doğuya doğru gittikçe artıyor. Bu konuyu tartışmayı uzmanlara bırakalım. Peki, Batı’da durum nasıl?Batı derken; eğitim, okuma anlamında durumu izah edelim. Almanya’ya gidenler orada çok sıkı trafik kurallarının olduğunu bilirler. Diğer Avrupa ülkeleri de bundan nasiplenmektedir. Yaya, yola adım attığında araçlar durur. Işıklara herkes dikkat eder. Hız sınırlamalarına uyulur. İlla mobese ya da bir trafik polisine gerek duyulmaz. Herkes kurallara uyar. Bizde ise, bunun tersi cereyan eder. Emniyet şeritleri dolar taşar. Çakarlı arabalarla son sürat birileri yanınızdan geçer. M. Ali Birand’ın müstehzi dediği gibi (yakalanan berberler federasyonu başkanı için) “ Demek çok acelesi var. Acil saç kesecekti…” İddia ediyorum, dünyanın en iyi kısa mesafe koşucuları bizim ülkemizden çıkıyor.Bunlar keşfedilmemiş değerlerimizdir. Düşünsenize, 5- 10 metrelik yolu geçmek için öyle depar atıyoruz ki Hüseyin Bolt halt etmiş. Geçenlerde torunuyla karşıdan karşıya geçen yaşlı bir kadına son hızla gelen, korna basan (yol ver babında) bir şoföre tanık oldum. Yollarda makas yapan okul servislerine ne demeli peki? Burada başlasak günlerimizi alır bu mevzu.

Trafik canavarları eğitimsiz insanlardan çıkıyor sanmayın. Eğitimliler (sözüm ona) de bu çeteye mensup. Bir bürokrat bana şunu demişti “çok sevdiğim bir arkadaşım var. Kendisi oldukça eğitimli ve saygın bir mesleği icra ediyor ama gel gör ki trafikte tam bir canavar.” Buyur buradan yak! Eğitimle demek ki bir yere kadar gidilebiliyor.Eğitimin de önüne geçen bir şey var, o da psikoloji. Örneğin, ne ederlerse etsinler psikopatları eğitemiyorlar. Borderline kişilik bozukluğu olanlar mesela, trafikte ölümle dans edenler grubuna giriyor. Hani o bol makas atanlar var ya, işte onların bir kısmı borderline bozukluğun mümessilleri. Antisosyal kişilik bozukluğu olanlar da kimseye saygı duymayan diğer bir güruh. Bunlar da sizin canınızı acıtmaktan zevk duyanlar olarak düşünülebilir. Demek ki tek başına eğitim de yetmiyor. O zaman trafikte kendimizi nasıl güvende hissedebileceğiz?

Efendim bunu komşumuz Ruslar çözmüş. Araç içi kamera sistemi. Bu kadar basit. Bu sistem ne işe yarayacak?Söyleyelim: Trafik ihlali yapanlar için kanıt arayacağım diye bin dereden su getirmeyeceksiniz. Geçmişte (aracımı da yeni almıştım), normal şeridimde giderken bir araç sağdan gelip ön tamponuma sürterek sol şeride geçti. Anlık frenlemeyle ucuz kurtuldum. Plakayı alamadım ve ardından mobeseyle araç renginden ve olay saatinden araç bulunabilir diye emniyete gittim. Sonra da evime gittim tabi ki! Sonuç tahmin ettiğiniz gibi… Bu araç içi kamera sistemi sayesinde; trafik kurallarını çiğneyen vandalları, psikolojik olarak kemale ermemiş mahlukatı, eşimize, çocuğumuza zarar verebilecek bu süne zararlılarını tespit edebilir ve trafikteki bu keşmekeşe son verebiliriz. Karar kamuoyunun!



SİNAMEKİ
Emanetinizi ehil ellere veriniz. Değil mi efendim can taşıyoruz, ot değil!

Herkesin asgari düzeyde bilgi sahibi olduğu bir meslekten bahsedeceğim bugün. “Otacılık” efendim. Yani ot ilmi… Bu ilim, ilk insana kadar dayanmakta ve sağlık problemlerinin çözümünde tabiattaki bitkilerden yararlanarak sağlık sorunlarını tedavi etmeyi amaçlamaktadır. Modern bilim ise, bu mesleğe eczacılık demektedir. Bu meslek,tıp kadar eski ve önemli bir geleneği barındırır. Şimdi bu kadar teferruatı niye anlattık, söyleyelim.

Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur, demiş atalarımız. Bırakın koca deveyi, İnsanı da yaşamdan eden/ edebilen bu otları konu edineceğiz. Otçuluk malum, çok revaçta. Televizyonlarda,gazetelerde, internette (çerez olarak) birileri çıkıyor, alternatif tıp adı altında bu işi anlatıp duruyor. Buraya kadar bir itirazımız da yok, katip benim ben katibin el ne karışır, derken bir anımı da paylaşmak isterim. 7-8 yıl kadar önceydi, bir yemekte bürokrasiden biriyle tanışmıştım. Sohbet nereden açıldı hatırlamıyorum, bir mesai arkadaşını anlattı. Bu kişiyle aynı odada bir süre çalışmışlar. “Bir anda kayboldu, sonra geldi, istifa etti.” dedi. Bahsettiği kişinin ne bir eczacı ne de bir doktor olduğunun altını çizelim. Yurt dışına çıkıp daha önce hiç duymadığım ve hiçbir ciddi üniversitenin(yurt içi-yurt dışı), müfredatında yer alamayan bir konuda uzmanlık sahibi olduğunu öğrendim. Acıdır ki bir de akademik unvan meselesi var, ona hiç girmeyelim. Şimdi efendim, “otacılık” nam-ı diğer eczacılığın bilimsel disiplin içeren bir alan olduğunu ve ülkemizde de Osmanlı döneminden beri mesleğin erbabı kişilerce icra edildiğini biliyoruz. Hal böyleyken, bu otçu tayfası hangi disiplinin içerisinden gelmektedir, bunu biraz anlamaya çalışalım. Şimdi efendim, ortada bir tedavi olacaksa bunun kararını hekimler vermektedir, vermelidir. Buna kimsenin bir itirazı olacağını sanmıyoruz. Ve diğer önemli unsur da hekimin belirleyeceği tedavinin ilaçlarını hazırlayacak kişi de eczacıdır. İyi de o zaman, bu otçular hangi mevkide görev yapıyor, bunu izah edebilen şöyle gelsin. Emin olunuz, bu işi icra edenler, eczacılar değil.İkinci olarak, bu işi icra eden doktorlar da o alanın uzmanı değil. Örneğin bir cerrah, endokrine müdahale edemez. Ederse de biraz ayıp olur. Ya da beyin cerrahı, enfeksiyonların tedavisine çözüm bulamaz. Belki bulanlar çıkacaktır ama etik olmadığı, deontolojiye aykırı olduğu gerekçesiyle, o beyin uzmanı,diğer meslektaşının alanına girmez, giremez. Tamam da bu otçular niye araya giriyor? Tamamen duygusal efendim. Daha ne diyelim!

Ezcümle, otçuluk işiyle uğraşan zat-ı muhteremlerin; kimyager, istatistikçi, pratisyen hekim, x cerrahı vs.olması, yukarıda adı geçen her iki saygın mesleğin (tıp ve eczacılık) alanına müdahale edilmesini haklı çıkarmaz. Tv’lerde sıkça görüyoruz, sürekli gülen bir doktor... Gören de tababete katkılarından ötürü, İbn-i Sina zannedecek. Yok öyle yağma, gerçek bilim insanı şovmen değildir. Oturur, çalışır, üretir ve kendi içinde onu tadar. Popülerleşmenin olduğu yerde kaygılarımız da artmaktadır. Sinameki otu her ilaca konur ama tek başına hiçbir önem ihtiva etmez, derdi fakülteden hocam. Bu sinamekilere inanmak yerine; modern tıbba,hekimlere, eczacılara kendinizi emanet ediniz. Yani, emanetinizi ehil ellere veriniz. Değil mi efendim can taşıyoruz, ot değil!



DEĞİŞİM VE DÖNEKLİK
Son zamanlarda zihnimi meşgul eden bir kavram, döneklik… Dönek sözcüğünün anlam evrenine bakıldığında olumsuz bir çağrışım yaptığı herkesçe kabul görmektedir. Döneklik; bir fikirden, bir karardan vazgeçme gibi anlamlar ihtiva ederken, bir davayı ya da dava arkadaşını satmak olarak da yan anlamlar içerebilir. Düşüncelerine değer verdiğim felsefe profesörü Ahmet Aslan’a göre döneklik, demokrasinin vazgeçilmezidir. Hoca, döneklik olmadan demokrasinin var olamayacağını söylüyor. Demokrasi, oy verme üzerine bina ediliyorsa, seçmenin tercihlerinde değişiklik olması, beğenmediği fikir ya da davadan vazgeçmesi tutarsız birdavranış değildir. Belki bu düşünce bize yabancı gelebilir. Çünkü, bizler daha doğar doğmaz adeta takım tutar gibi bir partinin ya da görüşün savunucusu kesiliriz. Oysaki bu tutum, demokrasiyle pek bağdaşmaz. Neticede fikirlerindeğişmesi “bir nevi dönme” olumlu olarak düşünülebilir. Burada sıkıntı, rüzgarın yönüne göre konum almayla ilgili aslında. Kişi, bir fikirden vazgeçebilir ama vazgeçtiği fikri daha sonra tekrar kabullenmesi ve tekrar o düşünceden ayrılması hayra alamet değildir. İnsanların düşüncelerini değiştirmesi kadar doğal bir süreç olamaz. Önemli olan düşüncelerini değiştirmeden, değiştiriyormuş gibi davranmalarında aslında. Öbür türlü, bir davadan vazgeçmek, kişinin kendi inisiyatifinde değil midir?

Bir yıl kadar oluyor. Ünlü bir profesörle sohbet ediyorduk. Bana, eskiden solcuydum, şimdi döndüm ve değilim, diyerek mağrur bir ifadeyle yukarıdaki sözleri etmişti. Bir daha eski düşüncesine döner mi onu bilemem ama benim izlenimim dönmeyeceği yönündeydi. Burada eleştirecek bir durum bulunmuyor. Eleştirinin esası, günü kurtarma sevdasında olan; siyasette, iş dünyasında çok sık karşılaştığımız omurgasız kişilerdir. Bu kişilerin ne temsil ettikleri partiye ne de çalıştıkları iş koluna bir faydaları dokunur. Kişisel çıkarlar adına birçok kişinin davasından dönmesi, icra ettiği işi terk etmesi, insanları yarı yolda bırakması son zamanlarda moda halde her yerde karşımıza çıkıyor. Hele ki Bab-ı Ali’de…

İnsan değişir mi, diye çoğu kez bu soruya muhatap oluyoruz. “Personel Psikoloji”nin kurucusu Adler, dünyada en zor olan şey insanın değişmesidir, diyerek iddialı bir fikir ortaya atmıştı. Atasözümüzde de vardır, insan yedisinde neyse yetmişinde de odur, diye. Tabi bu işin bir yönü ama biliyoruz ki, insan değiştikçe değiştiriyor. Değişim denildiğinde; ilkelerden, değerlerden vazgeçmek akla gelmemeli. Değişen insan, o ilkeleri daha da derinleştiriyor. Değişimi başaranlar ayakta kalıyor, hatta geleceğe kalıyor. İnovasyon denilen şey de biraz bu değil mi? 1997 yılıydı bir asteğmen maaşıyla “Efsane Telefon Ericsson 388”i almıştım. Satıcısı, bu daha değişmeyecek en iyisi, diye satmıştı. Şimdi telefonlar ailemizin en değerli üyesi haline dönüşüverdi. Baş döndürücü bir hızda değişiyorlar. Değişime direnen bizim telefon efsanemiz de gazoz oldu.

Bir insanın değişmesi istikrarsızlık olarak da düşünülmemelidir. İstikrar, güven unsurunun vazgeçilmezidir. İstikrarlı birisi denildiğinde onun değişmediği akla gelmemeli. Bir araba markası, 50 yıldır herkes tarafından beğeniliyor ve pahalı da olsa alıcı buluyorsa, bu markanın en önemli özelliği, sürekli kendini yenileyebilmesinde ve kaliteden taviz vermeyişindedir (ilkeli oluşu). Bu bir istikrar değil midir? İstikrar denilen şey, her geçen gün daha iyi ürün gamıyla müşterisine sunduğu;  değiştirdiği, geliştirdiği otomobillerde saklı olmalı.

Netice olarak, değişim ve döneklik (iyi manada, ilkeli olarak), insana has ve gereken bir tekamül(oluşum) olsa gerek. Değişmedim, hep aynıyım diyebilmek bir maharet olmamalı.




Hiç yorum yok